Bu yazıyı defalarca silip tekrar yazdım, zira aslında çok zor bir konu. İnsan, etkilendiği şeyleri tarif ederken duygularını da işin içine katıyor. Ki yolsuzluk, hepimizin en çok etkilendiğine inandığı şey.
Ben devleti bir sistem olarak ele almayı tercih ederim. Bir bilgisayar programı gibi düşünebilirsiniz. Her bilgisayar programının hedefi, amacı ve kendi amaçlarına ulaşırken kullandığı yöntemleri vardır. Devlet de aynı şeyleri içeriyor ama bir fark var; programlar bir süreci temsil eder. Yani siz bir uygulamayı çalıştırınca aslında bir süreci de başlatmış olursunuz. Devletlerin bir sürekliliği yoktur aslında. Çünkü bir süreç yaratmazlar, toplum isimini verdiğimiz sürecin kontrolünü yapar. Evet, toplum bir süreç ve devlet ise o sürecin kontrolünü yapan bir üst sistemdir.
Sistemin tanımını şöyle yapmalıyım; sistem birden çok şeyi bağlayan bağlantının kendisidir. Tanımını özellikle yapmadığım "şeylerin" bir arada verimli bir şekilde durması için, onların birbirine entregre edilmeleri ve farklı çalışma alanlarının işlemesi gereklidir. Görev tanımları yapılır ve görev tanımları neticesinde birbiriyle bağlantısız nice şey, bir sisteme ulaşır.
O zaman tanımı yapılmadığı için akla gelebilecek her şeyi içeren "şeyleri" iki grupta inceleyebiliriz. Başka bir şeyle bağlanmayan, kendi başına bir anlam içeren "İlkel şeyler" ve başka şeylerle bağlantı kurarak bütün bir sistem oluşturan "Sistemsel şeyler". Ben, mümkün olduğunca "şeylerin" ilkel kalmasını ve tek başına işlev yaratmasını isterim. Çünkü faydalanırken başka şeylere bağımlılık gerekmezler, tek başına anlaşılabilir hâle gelir.
İnsan zihni aslında bir anormalidir. Bu çok yaratıcı bir şey değil. Ancak insan zihni şeyleri sistemleştirmeye çalışır, varlığı kendi başına işleme almaktan uzaklaştırır. Bu fazla soyut oldu. Şöyle anlatayım, insan doğayı anlamaya çalışırken her şeyi o kadar karmaşıklaştırır ki en sonunda doğayı olduğu gibi anlamayamaz. En basiti, kediyi bile kedi gibi sevemiyoruz. Kedi dediğimiz varlığın çok basit bir hedefi vardır; içgüdüsel güvenlik. Ama kediyi severken onunla sohbet ediyoruz, anlamasını bekliyoruz, kimisi kedisiyle spritüel bir bağlantı kurduğunu bile düşünüyor. Kedi kedidir, o orada durur, tek başına zaten bir anlamı vardır.
Devlet dediğimiz yapı da bütün her şeyi verimlileştirme kaygısıyla kurulmuş, doğayı manipüle eden bir sistemdir. Bize, doğal olanı sunarken bile doğayı başka bir forma sokar. Her şeyi bir anda cetvelle çizilmiş kadar netleştirmeye çalışır. Ancak, netleştirirken de onu insan aklının anlayabileceği bir forma sokar. Yani onu anlaşılabilir olmaya dönüştürür.
Sanırım Yevgeni Zamyatin'in "Biz" kitabı bu yüzden favori kitabımdır. Devletin amacının ne olduğunu çok net anlatır. Her şeyi kesin, net, öngörülebilir kılmaya nasıl zorladığını çok net bir şekilde yazar. Distopya kültürü zaten bunu ele alır. Yeni Cesur Dünya, en çok bilinen ikinci distopya, yine sistemin kendisine odaklanır ve insanın kendisi için en iyileri belirlerken bile nasıl mahvedeceğini anlatır. Ancak bir sistem düşüncesinden yoksun olan kişiler, bu iki eserin etkileyiciliğini anlamak yerine 1984 över. Üzgünüm dostlar, 1984 ve ondan türemiş sözde distopyalar sistemi tarif etmek yönetici sistem - bireysel duygular bağlantısını anlatır. Yani olgunlaşma, çocukluktan çıkma arketipinin farklı bir şekilde ele alınışıdır 1984.
Yevgeni Zamyatin, insan zihninin ulaşmak istediği zirve noktayı tarif ederken entropi ve güç şeklinde iki tanım yapar. Entropi, hedefe ulaştıktan sonra gerçekleşen durumdur. Güç dağılır, insan ruhu esirleşir, sistemi bozacak hiçbir çatlak kalmaz. Güç ise entropiyi yıkıp yeni entropi yaratandır. Gücün etkisini daha ilkelce, entropinin etkisini ise daha medeniyete yakın şekilde ele alır. Bu, bahsetmek istediğim şeye çok yakındır ve ben de entropiyi kavramını buradan ödünç alacağım.
Entropi arttıkça, yani "şeylerin" bir arada olmasını engelleyen o direnç ortadan kalktıkça sistem güçlenir ve diğer yandan da denetlenemez hâle gelir. Çünkü onu denetleyecek ve sorgulayacak bir güç kalmaz. Cumhuriyetin ilk yıllarında insanların nasıl cesur olduğuna dikkat edin, sonra da cumhuriyetin ilerleyen bir süreç oldukça insanların cesaretinin nasıl ortadan kalktığına. Devlet, ataklar hâlinde güçlenmiş ve insanların nasıl düşüneceklerine hükmeder hâle gelmiştir. İnsanlar "Neden? Ne için? Ne amaçla?" sorusunu sormaz, kabul etmeye meyillidir.
Günümüz Türkiye demokrasisi çok tuhaf bir noktadadır. Devlet baskısını arttırmaya yönelik iki taraf var ve bu iki tarafın da savunduğunu söylediği ideoloji zaten Türkiye Cumhuriyetini inşa etmiş iki görüşten oluşuyor. Kemalizm ve İslamcılık. İki taraf da mevcut devleti reforme etmekten çok onun olduğu yapıyı minimal değişiklikler yaparak değiştirmekten taraftır.
Bu arada, devletlerin geleceği nihai nokta Türkiye'nin bulunduğu bu tuhaf noktadır. Kusura bakmayın; fiziksel ve diplomatik baskılar altında bulunmayan Avrupa ülkelerini göstererek beni ikna edemezsiniz. ABD dahil bütün devletler insanların düşünce manipüle eder ve kendi varlıklarını sürekli olarak kabul ettirme davasındadır.
Üst sistemin değişmediği ve dönüşmediği durumlarda üst sistemin denetlediği süreçler yozlaşmaya yüz tutar. Çünkü sorgulanamaz güç, her zaman bir enstürmana dönüşmeye yatkındır. Çünkü her sistem tasarlanmıştır ve insan zihninin sınırları bir noktaya kadar hesap yapabilir. Hatta sadece toplum nasıl yönetilmeli üzerine düşünen bir yapay zeka tasarlayın, onun hesaplaması bile doğanın sonsuz ihtimalleri karşısında yetersiz kalacaktır. Bu yüzden tasarılar o anın koşullarına ve hedeflerine göre yeniden inşa edilmeli, doğayı anlamak için manipüle etme gafletine düşmeden yeniden tasarlanmalıdır.
Demokrasilerin bu tasarıları yeniden inşa edebileceğine inanırız. Ancak gördüğünüz gibi, şu an bulunduğumuz durumda demokrasi bu yeniden inşa sürecine destekte bulunmuyor. Çünkü toplum dediğimiz yapı bir iradeye sahip değildir, mekaniktir.
Hâliyle sistemler sabit kaldıkça o sistemlerin açıklarından faydalanan ve faydalandığı için de kusurlarını devam ettirmeyi hedefleyen taraflar ortaya çıkar. Böylece irade tamamen kaybolur, iradesizlik yüceltilir. (Bunu, insanlar bilinçsiz nutukları atmak için demiyorum. Tasarlayan zihni kastediyorum.) Devlet sistemi nezdinde buna biz yolsuzluk deriz, yani devletin sistemleştirdiği araçları toplum yararına değil birey yararına kullanılması.
Eğer bir gün içerisinde ölme ihtimaliniz yüzde bir ise yüz gün içerisinde öleceğiniz anlamına gelir. İstatistik böyle çalışır, sürekli yüzde doksan dokuz ihtimale denk gelirseniz zaten o istatistik yanlıştır, yüzde sıfır anlamına gelir. Eğer bir sistemin yüzde birden de küçük olsa suistimal ihtimali varsa, er ya da geç o sistem suistimal edilecekti. Evrim teorisinin dayandığı nokta da budur. Eğer bir yaşamın ortaya çıkma ihtimali bir milyarda bir olsa bile, neticede o kadar geniş süre içerisinde yaşam ortaya çıkacaktır.
Yolsuzluğun ilk kademesini sistemsel olarak ortaya çıkan tekrarlayan kusurların bireylere atfedilmesi olarak düşünürüm. Mesela fakirlik genel bir sorun değildir, senin sorunundur. Bireyler bunu özümser. İkinci kademesi ise, sorunların bütün topluma değil bir gruba atfedilmesidir. En son kademesi ise yolsuzluktan faydalanan tarafların sorgulanamamazlığı, mutlak hakimiyetidir. Yani devlet sistemi ufak bir kitlenin faydasına çalışan bir sisteme dönüştürülür. Bu kademeler bir arada var olabilir, ancak ortaya çıkış şekilleri sırayla olur.
Yani yolsuzluk sürekli süren bir sistemdeki çatlakların keşfedilmesi ve bunun kalıcı hâle gelmesidir. Sistemler kendisini düzeltmedikçe kendileri bozuk sistemler oluşturur.