Sarı ışığın gösterdiği rotayı takip ettiklerinde ışık onları büyükçe bir kapıya rehberlik etmişti. Büyükçe bir kapı... Kapıyı ittirmelerine bile gerek kalmadan kendiliğinden açıldı. Çölün ortasında ufka kadar uzanan bir patika göründü ve patikanın bittiği noktanın biraz üzerinde dev bir örümcek asılı duruyordu. Bu örümcek bir güneş gibi etrafı sarı ışığıyla parlatıyordu. Kapıdan içeri girince hemen nereden geldiğini bilmedikleri bir gölge çöktü üstlerine. Patika en sonunda onları bir uçuruma götürdü, bundan sonra daha ne yapacaklarını bilemediler. Xea uçurumun yamacına oturdu ve ayaklarını sarkıtarak manzarayı izledi. Bu güneş-örümcekten epey etkilenmişti. Zerrin renkli ince sicimlerin kendisinde birleştiğini görmek de örümceğin ışınlarının nasıl gözünü yakmadığını izlemek de epey keyifliydi. Ardından arkasındaki sapsarı hiçliğe kaptırdı kendisini. Eşsiz ve dünya üzerinde bir daha benzeri bulunamayacak bir hiçlikti. Ancak olsa olsa okyanusa benzetilebilirdi.

Selen manzarayı umursamıyordu bile. Kendisinin yine bir çeşit tuzağa düşürüldüğüne inanıyordu. Geldikleri patika kaybolmuş ve gidebilecekleri hiçbir yön kalmamıştı. Stresle etrafta dönüp duruyordu ve kaçabilecek bir nokta arıyordu. Xea onu gülümseyerek izledi, sonra da manzaraya geri döndü. Bir süre böyle hiçliğe sessizce baktı, sonra aldığı keyfi paylaşmak için Selen’i çağırdı. Ama Selen yoktu, kaybolmuştu. Xea merakla ayağa kalkıp ve etrafta yürümeye başladı.

Selen kaybolmuştu. Başını önüne doğru çevirince de uçurumun kaybolduğunu, yerini taş patikanın devamının aldığını gördü. Basamaklar Dunhuang’daki Magao Mağaraları’na doğru gidiyordu. Bu isimleri daha başka detaylarla birlikte garip bir şekilde hemen hatırladı, zaten en başından beri zihni böyle garip detayları tanıyabiliyordu. Taklamakan anarşistleri bu şehrin etrafında dolaşıp dururlardı.

Manzarayı süzmek için durmak istedi fakat duramadı, çünkü bütün hareketleri sanaldı. Mecburen ilerledi, kızmış taşların üzerinde çıplak ayakları yansa da hiç durmaksızın devam etti. En sonunda bir tapınağa ulaştı. Taşın içerisine gömülmüş beş katlı bu hayret verici tapınağın çatıları ve ince sütunları canlı bir kırmızıya boyanmıştı.

İçeride tavandaki bir delikten sızan ışık hüzmesinin altında Kara Tilki bekliyordu. Kırmızı bir kaftan giymiş, kırmızı bir maske takmıştı. Normalde hep siyah giyindiğini bildiği için bu sefer epey şaşırmıştı.

Bu tapınakta gözüne gerçekten de kutsal bir varlık gibi göründü. Bebek yüzlü, şişkin elmacık kemikleri ve kocaman kulakları olan, bağdaş kurmuş ve taştan oyulmuş devasa heykellerin yanında gerçek bir Mesih gibiydi.

Sesi bu sefer cızırdamıyordu, daha çok Heralga’yı hatırlatıyordu.

Xea hislerini nasıl anlatacağını bilmiyordu. Ona karşı hep düşmandı, aksiydi, zıt tavırlar almıştı ancak bu sefer onu karşısında görünce bütün hisleri kaybolup gitti. Ona ilk gördüğü zaman olduğu gibi hayranlık duydu yeniden. Ve aklına ilk geleni söyledi:

Kara Tilki başını salladı, uzun bir süre. Sonra hemen lafa girdi:

Kara Tilki biraz duraksadı, hareketleri garipti ama Xea hiçbirisini yadırgamıyordu. Hatta tapınağın tepesinden sızan ışık hüznesinin altında iki âşığa benziyorlardı.

Sustu... Artık ikisi de sadece birbirlerinin göz bebeklerine bakıyordu. Kara Tilki dışarıya, azgın güneşin altına gitti ve Xea onu takip etti. Yakıcı bir rüzgâr kumları yerinden kaldırarak havada raks ettiriyor ve başka bir yere savuruyordu. Kara Tilki, Xea'ya döndü. Tane tane, sakin sakin kısık bir sesle tekrar konuşmaya başladı, her cümlede Kara Tilki sesinin tonunu arttırıyordu fakat konuşmasının sonuna doğru sesini tekrar kademeli olarak alçalttı.

Kara Tilki derince bir nefes aldıktan sonra öfkeyle bağırdı. En başından beri sürdürdüğü alçak sesli konuşma tarzından farklı olarak kelimelerinin arasındaki boşluklar düzensiz, konuşmadan çok hızlıydı.

Kara Tilki'nin çıkışının karşısında Xea kendisini cevap vermek zorunda hissetti fakat Kara Tilki onun cevap vermesine izin vermeden konuşmasını sürdürdü.

Onlar örümcek güneşin yaktığı kumların üzerinde çıplak ayaklarla dolaşırken işin gerçeklik yüzünde her şey çok daha farklıydı. İkisi de bir sanal gerçekliğin içindeydiler aslında ve takip ettikleri sarı ışık aslında gerçek bir “son” değildi. Xea, en başında Dunhuang'a uzanan patikayı takip ederken Selen de kendini makinelerin kaotik sesiyle beraber karanlığın içerisinde bulmuştu, ne Vesta'nın safir mavisi ışıkları vardı ne de örümcek güneşin altın sarısı ışıkları. Görünürde sadece genç bir adamın bir hologramı vardı. Dağınık kısa saçlarıyla canlı ve neşeli görünen biriydi bu. İlk gördüğünde onu çıkaramamıştı fakat sesinden kim olduğunu hemen anlamıştı.

Selen cevap vermekte zorlandı. Dilinin ucuna çeşitli şeyler geldi fakat Heralga'nın her şeyi bilebileceğini düşündü. O bilge bir adamdı, Vesta'ya daha önce uğramıştı.

Heralga öfkeliydi.

-Sanırım anlamadın. Vesta'nın işletim sistemi ile donanım arasındaki bağlantıda kısıtlama yok. İşletim sistemine yerleştireceğimiz birkaç parametre ile bilgisayarın kendi kendisini yok etmesini sağlayabilirdik.

Selen o anı yatıştıracak başka şeyler düşündü.

Heralga'nın gençliğine ait illüzyon kahkahalar atarken Selen de sadece sırıttı.

Selen bir süre yürüdükten sonra şöyle ancak karşılık verdi.

Bir anda alakasız bir soruya geçince Heralga durdu, diyecek bir şey bulmaya çalıştı.

Selen konuyu değiştirdi.

Tamamlama: 15 Nisan 2017 23:57 Eski Mezbaha

Yeniden yazma: 13 Mart 2020 15:48 Kadıköy

Yayından önceki son kontrol: 24 Nisan 2022 2022 Bakırköy

Ad Astra!