Xea rüyalara dolu bir uykudan uyanıp henüz gözlerini açmamışken kendisini Arabahmet’te uyanacağını zannetmişti. O rahat yatağında, aşığı Merih ile beraber... Ama gözlerini açtığında tek gördüğü insanı daraltacak kadar mavi bir Vesta ve zaten dünden gergin Selen’in suratı vardı. İçten içe onu sevmişti ama... Hafifçe doğruldu, uzun zaman sonra insan görmenin merhametiyle uyuyan Selen’e baktı. Ne sevimliydi... Selen’in paltosunu onun üzerine örtüp yerinden kalktı.

Karnı açlıktan yanıyordu. Önce kulenin tuvaletine yürüdü. Elini yüzünü yıkadı, ağzındaki berbat kokuyu geçirmek adına ağzını buz gibi suyla çalkaladı. Sonra suyu kapattı ve aynada kendisine baktı, umacıya benzetti kendisini. Gözünün altındaki morluk, saçlarının tel tel olması, alakasızca yüzünde çıkan sivilceler... Kaybolup giden güzelliğine üzüldü. İçinden büyük bir isyan dalgası yükseldi. Ne içindi bütün bunlar? Vesta bir tek ona mı bakıyordu? “Evet” diye geçirdi içinden. Eğer o olmazsa hiçbir şey yapamazdı.

Buzdolabından kendisine konserve ton balığı çıkarttı. Sonra yeşil renkli kâseye bütün ton balığını döktü. Elleri titriyordu. Plastik saplı metal kaşığı tutarken ellerinin titrediğini fark etti. Bir parça almaya çalıştı, almasına aldı da titreyen eli o kadar çok kâseye çarpmıştı ki en sonunda çıkan gürültüden Selen de uyanıverdi.

Selen de Xea’nınkine benzer bir uyuşuklukla karşısına oturdu.

Konuşmaktan yorulan Xea su içtikten sonra konuşmasına devam etti.

Selen Xea'dan “Tamam” cevabını alınca bir süre onu izledi. Sonra bilgisayarı kullanmayı düşündü. Hemen başına gitti ve ekrana tekrar dokundu, perspektifin baştan aşağıya değiştiğini gördü. Bu şekilde uzun şeritlerin arasında dolaştı. Bu, Xea’nın bahsettiği siberuzaylardan birisi olmalıydı. Uzun sicimler halinde uzanan şeritler ise çakışan verileri temsil ediyordu. Siberuzayın içinde gezdi, mantıklı görünen bir şey aradı ancak hemen hemen bütün bu veriler birbirine benziyordu. Ne iç bayıcıydı... Bununla uğraşmak olsa olsa deli işiydi.

Selen rahat, deri koltuğa oturdu. İşin aslı daha önce hiçbir sanal gerçekliğe bağlanmamıştı, bu yüzden heyecanlıydı da. Xea'da heyecanını anlayıp sakinleştirmek için göz kırptı.

Selen bluzu çıkarttı ve koltuğun bir kenarına top olarak bıraktı. Xea soketleri önce sol kolundan başlamak üzere sırayla takmaya başladı. Dördüncü soketi taktığında Selen güçle titredi. Hiç de normal sayılacak bir titreme değildi, sinir sisteminde bir sıkıntı olmalıydı. Xea bağlantıyı kesmeyi düşündü ama Selen'in titremesi on saniye sonra geçince rahatladı. Bu rahatlamayla beraber retinası da siyahla kaplandı.

Bu siyahlık Selen bilgisayara bağlandığı zaman duyumsadığı bir siyahlıktı. Bir dakikaya yakın süre sonra da Kara Tilki'nin maskesi bu zifiri karanlığın içerisinde belirdi.

“Merhaba Vesta yolcusu”

Kara Tilki rahatsız edici sesiyle konuşunca maskenin gözlerinde safir mavisi bir ışık belirmişti.

“Kim olduğunu bilmiyorum, şu ana dek yaşadıklarını ve buraya nasıl geldiğini de... Fakat umrumda değil. Sana hikâyemi anlatacağım... Ne olursa olsun... Önemlidir benim hikâyem. Kimisine göre sadece bir akıl hastası olsam da...”

Karanlık dağıldı, yerini bir çöl manzarasına bıraktı. Kırmızıya doğru çalan kızgın kumların üzerinde bembeyaz entarisiyle yürüyen, yüzü kumaşlarla örtülmüş adamı gördü. Sert, yakıcı ve rahatsız edici rüzgâr çölün bütün kumlarını tane tane havada savururken zaten çekilmez olan bu yolculukta nefes almak bile büyük bir zorluktu. O da çölün içerisinde yürüyordu fakat kontrolü kendi elinde değildi ve benzer beyaz kıyafeti giymişti. Elbiseyi garip bulmuştu, dikişsizdi ama göğsünün üzerinde çapraz kemerlerle dikilmiş gibi görünüyordu. Bunun dışında büyük bir bıkkınlık ve yorgunluk hissediyordu. Saçları halat gibi olmuş, terli yüzü parlak çiller gibi görünen ıslak kumlarla tane tane kaplanmıştı. Adım atmak bu şartlar içinde korkunç bir çileydi, üstelik ayakları kızgın kumların üzerinde çıplaktı.

Diğerlerine paralel olarak yürüdü. Yüzünü maskeyle kapattığı için onun da Kara Tilki olabileceğini düşünüyordu. Yolculuk epey uzun ve zahmetliydi. Yolculuk bitince de onlar gibi giyinen keşişlerle bir yere toplandılar. Kara Tilki olduğunu düşündüğü adam arkalarda bir yere oturdu, o da hemen yanına geçti. Diğerleri Asyalı fenotipindeydi. Ama tek bir milletten değildiler. Kimisi Türkî, kimisi Çinli, kimisi de Moğoldu. Ama kızgın güneşin altında beyaz entarileriyle beklerken birbirinden hiç de farklı görünmüyordu. Ve Güneş... Çok bunaltıcıydı.

Güneşin ufukta gözden kaybolmasını beklerken önlerde oturan bir adam kumu elleriyle kazdı. Kumun içerisinden taştan bir testi ve kase çıkardı. Testiyi koluna takıp ayağa kalktı, herkese o kâseden su içirdi, başından aşağıya da bir kâse su döktü. En sonunda sıra Selen'e geldi. Adamın eliyle uzattığı kaseye dudaklarını yaklaştırdı ve adamın elinden suyu içti. Bu içtiği en tatlı su olabilirdi. Susuzluktan çatlamış olan bünyesi için bu tatlı su öyle güzeldi ki... Bütün bu eziyetin aslında suyun tadını iyice almak içindi. Adam suyu başından aşağı döktüğünde ise soğuk suyla beraber vücudu rahatladı.

Görüntü tekrar karardı, Kara Tilki'nin maskesi yeniden önünde belirmişti.

“Taklamakan Anarşistlerinden epey şey öğrendim. Onlarla bir kelime bile konuşmadım belki ama verdikleri dersler basit olmasına karşın gayet derindi. Onlara hayran kalmamak elimde bile değildi. Felsefelerini anlamak için dillerini bilmek gerekmiyordu. Beni epey derinden etkilediklerini itiraf ediyorum, bugünkü felsefemin çoğunluğunu onlara borçluyum.”

Görüntü değişti ve bu sefer çölde değil kasvetli bir şehirdeydi. Kapalı, gri atmosfer şehrin üstünde baskındı ve dört yanı sarmış binalar da insanı epey bunaltıyordu. Bir sanayi bölgesinde olmalıydı çünkü gökyüzü simsiyah dumanlarla kaplanmıştı. Bir yangında harap olmuş, camları kırık çok eski bir fabrikanın dışındaydı. Acıyla haykıran birisinin sesini duyuyordu. Fabrikanın kapısını hafifçe araladı ve araladığı yerden içeride ne olduğunu görmeye çalıştı. İlk gördüğü zaman Heralga zannedecek kadar Heralga’ya benzeyen bir adam elinde çivili sopayla bir seks kölesini dövüyordu. Seks kölesi olduğunu anlamak gerçekten kolaydı. Ağız topu, gözünü sıkı sıkı kapatan bant ve hareket etmesini engelleyecek deri kemerler... Kız kanlar içinde kalmasına rağmen adam nasıl hırslandıysa hiç durmuyordu. En sonunda bir tekme darbesi ile kızı yere düşürdü. Küfürler savurarak üstüne benzin döktü. Cebinden çıkardığı çakmağı yaktı ve kızın üstüne attı. Önce köle çığlık çığlığa tutuştu, sonra da aleve ona da sıçradı ve o da kız gibi alevler içerisinde yandı. Sonra görüntü tekrar karardı.

“Manchester'da bir fabrikada bu olayı yaşamıştım. Yüzüm yandığı için bu maskeyi takıyorum. Neden bu kadar caniydim? Zengin, nüfuzlu bir İngiliz babanın şımarık oğlu olarak her istediğimi elde edebiliyordum: Dahasını istiyordum, bu yüzden daha aşırı hazlara yöneldim. Vardığım son nokta da seksten keyif almıyor diye zavallı bir kızı acıyla öldürmek oldu. Kızı köle tacirlerinden iyi bir paraya almıştım. Ortalama bir ailenin ortalama bir kızıydı, annesi ve babası onu çok seviyordu falan filan. Sadece sokakta dolaşırken kız ilgimi çektiği için köle tacirlerine para verdim ve onu zindanlarda çürüttüm.

“Bu olaydan sonra dünyaya karşı bakışım tamamen değişti. Başlangıçta epey mutsuzdum. Sinir sistemim harap olduğu için artık tensel hazları algılayamıyordum. Bundan sonra istediğim tatmini elde etmenin tek yolu ruhani bir gelişimdi. Batının hazzı her şey zanneden dünyasından doğuya kaçtım.

“Doğu ziyaretlerimde her şeyin spontan geliştiğini görmek gerçekten de keyifliydi. Daha da doğuya gittikçe her şeyin mekanize olmaktan çok, saf ve özgün olduğunu keşfettim. Burada itaat yoktu, korku yoktu. İnsanlar ufak güzelliklerin ne denli değerli olduğunu anlayacak kadar olgundu. Sefalet büyüktü, zorbalık korkunçtu ama insanlar mutsuz değildi. Ben ve onlar arasındaki fark neydi... Ben böyle iğrenç bir adamken nasıl olmuştu da onlar masum kalabilmişti? Hindistan’da köyler arasında kilometrelerce yürüdüm, basit ikramlarıyla mutlu oldum. Mutluluk bu kadar basitti işte, basit bir yaşantı ve basit bir neşe. Sonra Taklamakan anarşistlerini duydum. Çin'in endüstriyel dayatmalarından çöle kaçan dervişlerdi bunlar. Kendilerine anarşist diyorlardı çünkü onlar mekanik tanrılara meydan okuyorlardı.

“Çölde kilometreler aşıp yanlarına gidince beni hemen kabul ettiler. Onlarla üç ay beraber yaşadım ama bu üç ay bana epey şey öğretti. Beni onlardan ayrılmak zorunda bırakan şey, babamın ölüm haberiydi. Apar topar İngiltere’ye gittim ve babamın cenazesine katıldım. Babamın meşru olarak tek çocuğu olduğum için vasiyetnamesinde benden sık sık bahsetmiş, ulaşamadığı hedefleri anlatmış ve bütün mirasını devretmişti. Evet, Vesta dahil. Var olduğunu bile bilmediğim bu kompleks babamın başarılarının zirve noktasıydı.

“Vesta'nın gücüyle beraber bilgeliğimi bütün dünyaya paylaşmak için elimden geleni yaptım. İnsanlar sürekli her an istedikleri arzuyu elde edebileceğini zannediyordu. Sürekli haz odaklı boş amaçlarla savrulmuş insanlara doğruyu göstermeye her çalıştığımda küçük bebekler gibi ağlamaya başladılar. Artık keyif vermeyen şeylere karşı onları uyardığımda içine gömülmüş oldukları sahte hazları terk etmediler. Zamanla bu savaşın hiç de kolay olmayacağını anladım. Zira alışkanlıklarının birçoğu bebekliklerinden ve genlerinden geliyordu. Ben de insanlarla entelektüel bir savaş sürdürmek yerine bu işi zorla sürdürmeye karar verdim ve Kutsal Virüs’ü tasarlattım.

“Evet, sahte bir mesihim fakat bu yalanı attığım için beni yargılayamazsın. Virüsü yayacak düşüncelerimi anlatacak insanlar bulmam gerekiyordu ve bu yolla kendimi insanlara ispatladım. Yaptığımdan kesinlikle utanmıyorum, ayrıca bu senaryoyu oluşturduğum son zamanlarda gerçekten de mesih olabileceğimi düşünmeye başladım. Rüyalarımda tanrı ile konuşuyorum, garip değil mi? Bunca gücü insanlığı aydınlığa ulaştırmak için kullanıyorum, insanları benim dışımda kim bu yapay hazlarla dolu iğrenç dünyadan kurtarabilir? Kim insanları salt tüketime dayalı boş bir hayattan arındırabilir?

Bu kişi benim, Aidan Strawford. İnsanları özgürlük adı altında sunulmuş gizli kölelikten arındırıyorum.”

Karanlık birden dağıldı, artık gerçek dünyadaydı. Kara Tilki’nin sözleri hâlâ zihninde yankılanıyordu. Ne etkileyici bir hikâyeydi bu... Ayağa kalktı, uyuşan vücudunu canlandırmaya çalıştı. Üstelik dengesi de bozulmuştu.

Camdan dışarı baktığında Vesta'nın soğuk görüntüsüne hiç uymayan sarı bir hüzne gördü. Bir yol boyunca ilerliyordu. O soğuk safir renginden sonra insana coşku veren bir ışıktı bu.

-Melek?

Xea bilgisayarın başından kalkmış ve bir koltuğa uzanmıştı.

-Efendim? -Kaç saattir buradayım? -Sanırım bir on saat kadar oldu. -O kadar uzun mu sürdü ya? -Nasıldı? Enteresan bir şey var mıydı? -Kara Tilki kendi hayat hikayesini anlatmış. Hoşuma gitti açıkçası. Kara Tilki'ye hak vermedim değil. Yalnız... Dışarıdaki sarı ışığı görüyor musun? -Hayır?

Selen tekrar cama döndü, ışık parıl parıl parlıyordu.

-Nasıl görmezsin? Ben görüyorum işte! Bir rotayı gösteriyor. -Belki senaryonun sende bıraktığı etkidir. -Işığı takip etmeli miyiz? -Neden etmeyelim?