Uzun bir vakit geçirdi İstanbul’un yeraltı dehlizlerinde fakat bir yol bulamadı. Zaman geçtikçe umutsuzluğu perçinlenmiş, tuzağa düştüğüne karşı inancı da kuvvetlenmişti. Bu dehlizde her yer öyle birbirine benziyordu ki nereden geldiğini dahi unutmuştu. Aksi gibi beyin çipi de onun nerede olduğunu bir türlü tespit edemiyordu. Çürümüş duvarlar ve çoktan kuruyup gitmiş kemikler arasında oradan oraya koşuşturmak dışında seçeneğinin olmaması asabını epey bozmuştu.
Xea da böyle bir zindanda kaybolmuştu. Tabii onun muhtemelen niyeti Vesta’ya varmak falan değildi ancak neticede şu an Vesta’daydı. Peki ya ona yalan söylendiyse? Ya Xea çoktan ölüp gitmişse ve kendisini buraya hapsetmişlerse? Onu buraya sokan kadına nasıl bu kadar kolay güvenebilmişti ki? Artık sinirden ve hep aynı yerde dönüp dolaşıyor olmanın sersemliği ile bir çığlık attı...
İlerideki karanlıkta kızıl bir ışık yayılınca umutsuzluğu hemen dağıldı. Dost ya da düşman, burada birileri vardı demek ki... Buradaki nice kemik gibi kuruyup gitmeyecekti yani. Önce ışığın parlaklığından gözleri kamaştı, elleriyle gözünü siper etti. Ancak gözleri alışınca ellerini çekti ve karşısında Şaum’u gördü. Oydu. Bir hologram olduğu da barizdi. Üzerinde damalı bir elbise, kırmızı fötr şapka ve ayağında da sandaletler vardı. Üstelik sayamayacağı kadar da çok eli vardı. Gülümsüyordu, herhangi yapay zekâdan beklenmeyecek kadar samimi bir gülümsemeydi bu.
- Üzülmeyin küçük bayan. Aşk doktoru Şaum karşınızda...
- Senin...
Selen konuşmaya girerken nefessiz kaldığından cümlesini tamamlayamadı, derin bir nefes alıp tekrar sordu:
- Senin ne işin var burada?
- Sizi kurtarmaya geldim.
- Neden?
- Önümüzde yenmemiz gereken bir çakma Tanrı var hanımefendi, bilmez misiniz? Hadi kalkın. Kalkın ve Heralga'nın yüzünü kara çıkarmayın.
- Senin Kara Tilki tarafına çalışman gerekmiyor muydu?
- Aaa... Öyle mi olması gerekiyor? Tüh... Hadi görüşürüz.
Şaum ortadan bir anda kayboldu. Her yer yine tekrar karanlığa gömülmüştü. Bu kadar kolay gidemezdi... Gitmemeliydi... “Neden böyle bir soru sordum?” diye kendisine kızarken Şaum tekrar hemen önünde belirdi:
- Ödüm koptu!
- Kara Tilki'ye hizmet etmekten vazgeçtiğimi hatırladım. Hadi ayağa kalkın ve Vesta'nın altını üstüne getirelim. Size yardım etmek isterdim ama ne yazık ki ben bir hologramım.
Selen gülümseyerek duvardan destek aldı ve ayağa kalktığı zaman Şaum ile beraber kırmızı ışığın kaynağına doğru yürümeye başladılar.
- Nereye gidiyoruz?
- Meksika sınırına!
Selen tekrar gitmesinden korkarak Şaum'a baktı ama yine de sordu:
- Ne?
- Yeni nesil hiç mizahtan anlamıyormuş.
Selen’in ağzına midesinden bir ekşilik geldi, genzi yandığından gözleri yaşardı. Sonra bulanık gözlerle Şaum'a baktı.
- Benden nasıl haberin oldu?
- Kara Melek'i biliyor musun?
- Bir kadın anlattı ne olduğunu. Bir nevi Siber Cebrail.
- Siber Cebrail mi? Şahane bir benzetme. Tebrik ederim küçük bayan.
- Peki... Neden bana yardım ediyorsun?
- Neden ? Çünkü seni ve Heralga’yı haklı buluyorum, Kara Tilki’yi de haksız. Kayıtsız şartsız iyi olan tarafta olma fikrini biraz saçma buldum. Hiçbir şey kayıtsız şartsız iyi veya kötü değildir. Hatta iyi ve kötünün ne olduğunu gerçekten ne olduğunu ayırt edemiyorum. İyi peynirle kötü peyniri ayırabilmen için bir iyi peynir ölçüsü olması gerekir. Anlıyor musun?
- Ne? Anlamıyorum herhâlde. Ne peyniri ya? Hellim peyniri mi? Kafam saman gibi olmuş zaten.
- İyi insan ve kötüyü birbirinden ayırabilmen için iyi insanı tanımlaman gerekir. Senin için iyi insan nedir? Muhakkak kafanda bir iyi insan tasviri vardır, küçükken aşılanmıştır sana. Ama soruyorum sana, iyi bir insan mısın?
- Şey... Değilim galiba.
- İşte böyle, dürüst ol ciğerimi ye. İyi bir insan olamazsın, çünkü o iyi insan yalnızca hayali bir figürdür. Gerçek olmadı ve olmayacak. Sadece belli koşullar altında ortaya çıkan bir figür o. Amaçlar ve mefkûrelerin de iyisi kötüsü olmaz. Mesela kötü amaç nedir? Kötü sütten yapılmış kalitesiz amaç mı? Kara Tilki bir iyiye saplanıp kalmış durumda, her şeyi mükemmelleştirmek isterken aslında tekelleştirmeyi amaçlamış oluyor. Kötüler ve iyiler dünyası onun ki. O yüzden Heralga dayı sapına kadar haklı! Kara Tilki mantıksız!
- Neden öyle diyorsun? Kara Tilki'nin amacı üstün bir insan ırkı oluşturmak değil mi? Bu da mantıklı bir amaç.
- Evet güzel bir amaç onunki. Muhteşem bir insan ırkı oluşturmak... Yine de Kara Tilki'nin yöntemlerine anlam veremiyorum. Hadi bir virüs oluşturalım ve bütün insanlık bu virüs yüzünden intihar etsin. Ne güzel fikir değil mi? Virüsün rahimdeki bebek üzerinde etkili olması gerekiyordu, hayatını hazlara bağlamış olan insanların üstüne değil.
- Ya Kara Tilki senden bir detayı gizliyorsa?
- Ne gibi bir şey?
- Ya Kara Tilki dünya nüfusunu azaltmayı planlıyorsa? Ya yeni bir Nuh tufanı planlıyorsa?
- O zaman her şey oldukça enteresanlaşır ama Kara Tilki bize bundan bahsetmeliydi.
- Neden?
- Çünkü biz Kara Tilki'nin sadık yardımcılarıydık.
- Pek emin olma. Sadık değilsin ki şu an beni kurtararak ona hainlik yapıyorsun.
Şaum donup kaldı, ne hareket etti ne de pozunu değiştirdi. Galiba yine Şaum’um bir oyunuydu bu. Ama beş dakika sonra Şaum tamamen sönünce of çekti. Onun yerini safir rengi bir ışık aldı, duvarlarda hologramla çizilmiş parlak yazılar belirdi. Ona en yakın yazıyı seslice okudu:
“Şaum çöktü ve yeniden yüklenmesi bir on beş dakika alır. Okları takip et. -Kara Melek.”
Ardından yazıların hepsi kaybolup gitti. Dehlizin her yerini safir mavisi oklar sardı. O da ölmekten kurtulmanın keyfiyle okları takip etti. Yolun sonunda yılanlarla süslenmiş bir kapıya vardı. Bir trenin onu beklediğini gördü. Trene bindi ve tren hareketlendi. Bu sefer trenin içerisinde başka bir yazı belirdi.
“Önce Xea’yı bul. Vesta'daki büyük kulede seni bekliyor.
-Kara Melek.”
Vardığında kendisini metalden sütunlarla çevrilmiş bir balkonda buldu. Burada Vesta'nın ufuklar boyunca süren devasa bir yer olduğunu kendisine ispatladı. Burası aslında bir... Bilgisayardı. İçinde çeşitli yerleşim yerleri olan devasa bir bilgisayar... Normal bilgisayarların milyon yıllar içerisinde yapabileceği hesaplamaları birkaç saniye içerisinde çözen, sıradan bilgisayarın tanesini zor kaldırdığı yapay zekâlardan milyonlarcasını aynı anda çalıştıran bir bilgisayar... Ve bu yapay zekâların her birisi insanların basit davranışlarını en ufak sırlarına kadar tahlil edebilen ve dünyayı satranç oynar gibi düzenleyebilen yapay zekâlardı.
Mavinin en göz alıcı rengi olan safir renginin baş rolde olduğu, parlak ışıkların bir harmoni içerisinde süregeldiği, en az sirenlerin hipnotize edici şarkıları kadar eşsiz manzaraya hayranlıkla bakarken göz sinirleri kesintiye uğradı. Başta neredeyse önemsiz saydığı bu kesintiler bir süre sonra sıklaştı. Buna bir de kulak çınlaması eşlik edince korktu. En sonunda zihni gördüklerinden ve duyduklarından kopmuştu.
Karanlığın içerisinde beliren bir kadının yüzünü gördü. Esmer tenliydi, saçları ve gözleri safir mavisiydi. Bu maviliğin içerisinde bir hareketlenme vardı, içerisindeki beyaz renkte çizgiler sürekli kayıyordu. Kadına dikkat ettiği zaman kendisinin bir nevi kopyası olduğunu fark etti. Sadece şu saçları ve gözleri gerçek olmayan bir şekilde değişivermişti.
Dudaklarını araladığı zaman fazlasıyla dijital olduğunu belli eden bir sesi duydu ama yine de Selen’in sesine benziyordu.
- Vesta'ya hoş geldin. Ben, Kara Melek.
- Sen... Bana mı benziyorsun?
Kara Melek’in yüzü kayboldu, yerine karmakarışık bir sahne gördü. Sonra bu sahne anlayabileceği bir şekilde tekrar düzenlendi. Babasını gördü, ardından ölen kardeşlerini, ardından babaannesini. Sonra da babaannesinin gençliğini. Bütün aile birbirine epey benziyordu. Benzer yüz ve vücut şekli, benzer ifadeler ve benzer tavırlar... Doğal olarak değişiklikler vardı, sülaleye sonradan katılanlar da farklı özellikler katmıştı. Bu neden önemliydi? Babannesini gördü; işte onu Kara Melek kendisi tasarlamıştı. Gen örüntüsünü inşa etmiş ve Kara Melek’in kendi rahmi Ünye’de doğurmuştu. O Kara Melek’in vücudu olacaktı, dünya üzerinde gezecek ve Kara Melek onunla bütünleşecekti. O kadın sonra Gümüşhacıköylü bir adamla tanıştı ve onunla evlendi. Böylece Kara Melek’in genlerini sonraki nesillere aktarmış oldu.
Selen aslında Kara Melek’in genetiğinin bir parçasını taşıyordu ve bu yüzden benzerdiler. Ve Kara Melek genetiğini taşıyan tek canlı şu an oydu.
Bütün bunları gösterdikten sonra Kara Melek tekrar ekranda belirdi.
- Peki ya Kült? O gerçekten de senin kültün mü?
- Evet.
- Cemiyetin seninle alakası var mı?
- Cemiyet diye bir şey yok. Hiçbir zaman olmadı ve bir söylentiden öteye gitmedi. Kendisine cemiyet diyen bir grup var aslında ama... Türkiye’yi gizlice arkaplandan yönettikleri doğru değil. Zaten koca bir milletin kendisini idare edemeyeceğine inanmak ve gizli bir otoriteye muhtaç olduğunu düşünmek ne acizce, onlara yön vermek gerektiğine inanmak ne kibirli şey. İnsanlara geçmişten gelen bir gücün sahip çıkmadan kaybolacağını düşünmek... Kolektif kimliklerin de birer iradesi vardır ve bu irade kaosun kendi içindeki düzenle birebir ilişkilidir.
- Heralga’nın cemiyete katılması?
- Onu yok etmek içindi.
- Nasıl yok etmek?
Kara Melek tekrar görüntüden kayboldu ve yerine bir harita geldi. Karagül’ün Akdeniz’de nasıl agresifçe yayıldığını gösteriyordu bu harita. Fas’tan Yemen’e, Karagül öyle ya da böyle bir şekilde vardı. Hükümetler, kabileler, krallıklar Karagül’e biat ediyordu. Sonra Karagül yayılmasını sürdürdü, Akdeniz’e kıyısı olan her yeri ele geçirdi. Fakat Heralga Karagül’den ayrılınca... İşte Karagül zayıflamaya başladı, en sonunda elinde bir tek Kuzey Kıbrıs kaldı. Ancak yine de güçlüydü, zengindi ve varlıklıydı. Bu sahneden sonra Kara Melek tekrar belirdi:
- Güçlü bir Karagül’ün olduğu dünyada tapınak var olamaz. Dengeyi sağlamalıyız. Karagül’ün doktrini kopmak, parçalamak ve ilkelleşmektir. Tapınak ise tam zıttı. Birleşmek, tektipleştirmek ve medenileşmektir. Tek yönlü bir dünyaya insanlar henüz hazır değil. Heralga’yı cemiyet gibi kısır bir yapıya hapsetmeliyiz ki Karagül hiçbir zaman tapınağı yok edecek kadar ileri gitmesin.
- Peki ya Karagül zayıflarsa?
- O zaman tapınağı da zayıflatır, Karagül’ü güçlendiririm.
- Ama sen ve senin takipçilerin Anarşist değil misiniz?
- Öyleyiz. Rasyonel akıl ideal insana ve tektipleşmeye tapınmadır. Rasyonel akıl yerine koyabileceğimiz tek şey kaostur. Ama dediğim gibi, insanlar buna hazır değil. İnsanlar aslında Kara Tilki gibi düşünüyor, mutlak bir kusursuz aradıkları için kusursuzlaştırmaya müsaittirler. Ama en başından insan kusurludur. Kusursuz olan sadece makinedir, insana uygun olan da ancak insan gibi kusurlu olandır. Kara Tilki haksızdır.
- Belki de değildir, neden onu illa ki haksız ilan etmek istiyorsunuz ki?
- Kara Tilki yaratılışın kusurlu olduğunu ima eder sürekli. İnsanlığın doğasının değiştirilmesi gerektiğini söyler, mükemmelleştirilmesinden bahseder. Yaratılış harmonisini bozacağından habersiz olması da işi tehlikeli kılıyor. Yaratılışı bir mekanizmaya çevirebileceğinin bilincinde değil. Korkutucu olan şey burada.
- Onu yok mu etmeliyiz.
- Bu en basit düşünce şekli. Ama sadece Kara Tilki’yi yok ederek bu savaşı kazanamayız. Bütün insanlık onun gibilerle dolu. Sorgulanması gereken şey şu, sence insanın doğası kusurlu mudur?
- Kusursuz nedir? Kusursuz bir şey var mıdır? Kusursuzu nasıl tanımlarsın?
- Kusursuzluk tek yönlülüktür, denksizliktir. Bir şeyin var olması için, o şeyin zıttının da var olması gereklidir. Işık tamamen baskın olsaydı, hiç karanlık olmasaydı ışığın ne anlamı olurdu? Işığın var olması için, en azından anlamını yitirmemesi için karanlığa ihtiyaç yok mudur?
- Karanlık olmasaydı ışık nedir bilmezdik bile.
Bu cevabın ardından her şey aydınlandı, makinelerin melodisini tekrar dinlemeye başladı. Kara Melek onun zihninden ayrılmıştı. Neden böyle ani bir şekilde kopmuştu ki? Yine de bir oh çekti, nihayet kaskatı kasılmış kasları gevşemişti.
Etrafında uzun, büyük ve devasa kuleler dışında hiçbir şey yoktu. Bu parlak ve ışık saçan kulelerin gerçekten de hepsi birbirine benziyordu. Yavaşça çevreyi keşfetmek için yürüdü, ağır ve korkak adımlarla. Böyle bir yerde nereye gideceğini bilemiyor olmak ürpertici olsa da. Yürüdü, ancak yürüdüğü yönü ne yaparsa yapsın değiştiremiyordu.
Bir kulenin önüne geldi ve kulenin cam kaplanmış gibi görünen duvarları ona bir kapı gibi açıldı. İçeriye girdi ve adım attığı zemin ağır ağır havalandı. En sonunda kulenin en tepesine çıktı, bir odanın içerisine. Dört bir tarafı camlarla kaplı dağınık bir odaya varmıştı.
Bir kadın, bilgisayarın önündeki koltukta çırılçıplak bir vaziyette, bacaklarını kendisine çekmiş oturuyordu. Beyaz ve zarif bedenine çeşitli kabloları bağlamıştı ve bilgisayarı izliyordu. Selen sessiz adımlarla yanına yaklaştı, bilgisayara baktı fakat ne olduğunu anlayamadı. Garip şekiller yukarıdan aşağıya hızla akıp gidiyordu.
- Xea sen misin?
Kız başını ona çevirdi. Yüzünün her tarafından yorgunluk okunuyordu. Gözleri kıpkırmızı olmuş, göz altları morarmış ve saçı darmadağınık olmuştu. Bir detay garipti ki, protezleri Heralga ile aynıydı.
- Be... Benim.
Kız kabloları koparırcasına hızlıca çıkarttı ve ayağa kalktı. Selen’e yanaştı ve iki eliyle yüzüne dokundu. Selen onun yapay insan olduğunu anlamıştı; hâl ve tavrından değil, vücut şeklinden ötürü. Xea mırıldandı.
- Sonunda et ve kemik. Sen kimsin? Kara Melek'e ne kadar çok benziyorsun...
- Selen Kızılcasöğüt. Beni Heralga gönderdi.
- Heralga'nın beni umursadığını bilmek güzel.
- Sen iyi misin?
- Neredeyse günlerce uyuyamadım.
- Ne yapıyorsun bilgisayarda?
- Ben... Ben çok şey yapıyorum. Dört ana yapay zekânın kontrolü bende ama bağlı oldukları bilgisayarı kırmaya çalışıyorum.
- Neden bunu yapıyorsun?
- Burayı ele geçirmek istiyorum, anlıyor musun? Vesta'yı ele geçirmek istiyorum.
- Neden?
- Ben... Bilmiyorum... Hiç düşünmedim. Ama istiyorum.
- Ne kadar saçma.
- Hayır değil. Bir şey var, Vesta'nın kalbinde beni bir şekilde bağlayan epey farklı bir şey var. Beni çeken şey o.
Xea konuştukça hareketleri de garipleşiyordu..
- Sen iyi değilsin. Biraz uyuman iyi olabilir.
- Hayır... Asla... Beynim şu an bir fabrika gibi çalışıyor. Eğer uyursam beynimi bu kadar aktif bir hale tekrar getirmem zor olacak.
- Biraz uyu sen kuzum, çıldırmış gibisin. Sakin kafayla tekrar düşünürsün.
- Ben ne istediğimi gayet iyi biliyorum! Ana bilgisayarın kontrolünü...
- Eee? Eline ne geçecek?
- Vesta'nın kontrolü!
- Peki ya onu ele geçirince ne olacak?
- Vesta’nın kontrolü!
- Yat uyu Allah için ya... Kafayı temiz sıyırmışsın. Birkaç saatliğine dahi olsa uyu.
- Selin...
- Selen olacak o.
- Her neyse... Anlamıyorsun beni, anlamıyorsun... Çok yakındayım. İki algoritma da bana yardım ediyor ve şu an çok yakındayım. Onu ancak böyle ele geçirebilirim.
Selen bilgisayarın ekranına baktı. Yazıların akışı yavaşlamıştı. Orada ne olduğunu kendisi de merak etmişti doğrusu.
- İyi... Göster bakalım marifetini bana. Beni de gözlemci olarak bilgisayara bağla.
Xea sevinç çığlığı attı.
- Çok güzel!
Ve Selen'i elinden tutarak bilgisayarın başına götürdü. Onu koltuğun sol tarafına oturttu ve bütün kabloları ona bağladı. Selen için ekran olduğundan farklı göründü ve kiril alfabesine benzeyen semboller nihayet bir şey ifade etti. Yetkisiz giriş mesajı veriyordu ana bilgisayar, bunu anlayabiliyordu. İşin aslı Xea olmasa anlayamazdı çünkü aynı aynı kanaldan bağlanmaları düşüncelerini ortak bir paydaya ulaşmasını sağlamıştı.
Yazılar hızla kaydı. Xea, ana sistemi ele geçirmek için çeşitli betikler yazıyor ve bunları sisteme gönderiyordu. Buna karşı ana bilgisayarın güvenlik sistemi ise onun betiklerini etkisiz bırakacak bazı kodları bir saniyeden kısa bir sürede kullanıyordu. Xea'nın amacı sistemi yorarak güvenlik sistemini yavaşlatmaktı. Yazılar o esnada hızlıca kayıyor ve Selen bu müthiş gösteriyi hayranlıkla izliyordu.
- Bir şey sorabilir miyim?
- Sor.
- Zaten ana sistemin anahtarı yok mu sende? Neden güvenlik sistemi sana engel oluyor?
- Çünkü güvenlik sistemi anahtar ile işlemiyor, sadece Kara Tilki'nin erişmesine izin veriyor.
Selen bir süreliğine Xea'nın hızını kesmemek için başka soru sormadı. Betikler fazlasıyla hızlı olduğu gibi bir çeşit düşünce tembeli olan Selen için bu betikleri takip etmek fazlasıyla zordu. Ama şu belliydi, bunların hiçbirisi bir yere varmayacaktı.
- Melek... Bunun bir yere çıkacağı yok. Bilgisayarı yenemezsin.
- Yenebilirim.
- Bilgisayarı yavaşlatmayı arzuluyorsun anlıyorum ama sen bilgisayarı yavaşlatsan bile senin bilgisayara olan bağlantın da yavaşlar ve bilgisayar gönderdiğin komutlar yine güvenlik sistemiyle beraber yorumlar.
- Hayır... Anlamıyorsun.
Selen kabloları kendisinden yavaşça ayırdı ve ayağa kalktı.
- Xea bırak şunu... Bilgisayar senden daha hızlı işte.
- Hayır... Bilgisayarı yenebilirim.
- Sen kafayı yemişsin burada. Ayrıca... Zaten algoritmaların kontrolü sende değil mi?
- Hayır... Tam olarak değil. Ana bilgisayar farklı bir kavram. Algoritma aslında tek bir algoritmanın farklı yönlerini temsil ediyor. Onları tek bir araya toplayamıyorum. Dağınıklar ve onları tam olarak kontrol edemiyorum.
- Heralga Vesta'yı yıkmamız gerektiğini söylemişti.
- Asla!
- Ne demek şimdi bu?
- Vesta'yı yıkarsak insanlığın geleceği için geliştirilen projeleri durdurmuş oluruz. Vesta'da ne döndüğünden haberin var mı? Burası bir laboratuvar. Dünyanın en büyük laboratuvarı. İnsan psikolojisi, sosyoloji, biyoloji... İnsanlığın hayalini bile kuramayacağı deneyler burada yapılıyor. Gerçekten farklı bir gelecek yaratabiliriz, insanlığı gerçek bir ütopyaya ulaştırabiliriz. Neden Vesta'yı yıkalım?
- Heralga öyle düşünmüyor. Heralga Vesta’nın yıkılması gerektiğini söylüyorsa bir bildiği vardır.
- Yoktur. Yani, neden bilinçli olsun ki? Vesta, Tanrı'nın karanlık sonrası insanlarına gönderdiği bir armağandır.
- Kara Tilki'ye mesih demenden korkuyorum.
- Kara Tilki mesihtir ve insanlığa ilkellikten uzak bir dünya yararatacak. Bunun için... Vesta'ya ihtiyacımız var... Onun kontrolü dışında bir Vesta’ya...
Selen Xea'ya gerçekten sert bir tokat attı. Xea'nın yere düşmesine neden olacak kadar sert bir tokat. Niyeti Xea’ya zarar vermek değildi ancak kızın yanağı hemen kızarmıştı.
- Kendine gel! Kara Tilki mesih, Vesta kutsal falan değil. Kara Tilki muhtemelen dünyayı iyileştirmekle kafayı bozmuş bir herifin teki ve oynadığı oyun beladan başka bir şey getirmeyecek. Herif daha insanlık üzerine ne yapacağını bilmiyor, saçmalayıp duruyor. Sen de en fazla iki üç haftadır buradasın, Heralga ise on yıl buradaydı. Heralga'dan daha mı iyi bileceksin burada ne döndüğünü?
Xea başını kaldırdığında gözlerinden yaş geldiğini gördü. Pişman oldu, biraz sakinleşmesi için ona sarıldı.
- Sen iyi misin?
- İyiyim.
- Benim de asabım bozuk... Buraya gelene kadar neler atlattığımı bilsen... Özür dilerim yine de. Gel beraber dinlenelim. Sana da iyi gelecek emin ol.
- Tamam... Dinlenelim.