Uzun bir vakit geçirdi İstanbul’un yeraltı dehlizlerinde fakat bir yol bulamadı. Zaman geçtikçe umutsuzluğu perçinlenmiş, tuzağa düştüğüne karşı inancı da kuvvetlenmişti. Bu dehlizde her yer öyle birbirine benziyordu ki nereden geldiğini dahi unutmuştu. Aksi gibi beyin çipi de onun nerede olduğunu bir türlü tespit edemiyordu. Çürümüş duvarlar ve çoktan kuruyup gitmiş kemikler arasında oradan oraya koşuşturmak dışında seçeneğinin olmaması asabını epey bozmuştu.

Xea da böyle bir zindanda kaybolmuştu. Tabii onun muhtemelen niyeti Vesta’ya varmak falan değildi ancak neticede şu an Vesta’daydı. Peki ya ona yalan söylendiyse? Ya Xea çoktan ölüp gitmişse ve kendisini buraya hapsetmişlerse? Onu buraya sokan kadına nasıl bu kadar kolay güvenebilmişti ki? Artık sinirden ve hep aynı yerde dönüp dolaşıyor olmanın sersemliği ile bir çığlık attı...

İlerideki karanlıkta kızıl bir ışık yayılınca umutsuzluğu hemen dağıldı. Dost ya da düşman, burada birileri vardı demek ki... Buradaki nice kemik gibi kuruyup gitmeyecekti yani. Önce ışığın parlaklığından gözleri kamaştı, elleriyle gözünü siper etti. Ancak gözleri alışınca ellerini çekti ve karşısında Şaum’u gördü. Oydu. Bir hologram olduğu da barizdi. Üzerinde damalı bir elbise, kırmızı fötr şapka ve ayağında da sandaletler vardı. Üstelik sayamayacağı kadar da çok eli vardı. Gülümsüyordu, herhangi yapay zekâdan beklenmeyecek kadar samimi bir gülümsemeydi bu.

Selen konuşmaya girerken nefessiz kaldığından cümlesini tamamlayamadı, derin bir nefes alıp tekrar sordu:

Şaum ortadan bir anda kayboldu. Her yer yine tekrar karanlığa gömülmüştü. Bu kadar kolay gidemezdi... Gitmemeliydi... “Neden böyle bir soru sordum?” diye kendisine kızarken Şaum tekrar hemen önünde belirdi:

Selen gülümseyerek duvardan destek aldı ve ayağa kalktığı zaman Şaum ile beraber kırmızı ışığın kaynağına doğru yürümeye başladılar.

Selen tekrar gitmesinden korkarak Şaum'a baktı ama yine de sordu:

Selen’in ağzına midesinden bir ekşilik geldi, genzi yandığından gözleri yaşardı. Sonra bulanık gözlerle Şaum'a baktı.

Şaum donup kaldı, ne hareket etti ne de pozunu değiştirdi. Galiba yine Şaum’um bir oyunuydu bu. Ama beş dakika sonra Şaum tamamen sönünce of çekti. Onun yerini safir rengi bir ışık aldı, duvarlarda hologramla çizilmiş parlak yazılar belirdi. Ona en yakın yazıyı seslice okudu:

“Şaum çöktü ve yeniden yüklenmesi bir on beş dakika alır. Okları takip et. -Kara Melek.”

Ardından yazıların hepsi kaybolup gitti. Dehlizin her yerini safir mavisi oklar sardı. O da ölmekten kurtulmanın keyfiyle okları takip etti. Yolun sonunda yılanlarla süslenmiş bir kapıya vardı. Bir trenin onu beklediğini gördü. Trene bindi ve tren hareketlendi. Bu sefer trenin içerisinde başka bir yazı belirdi.

“Önce Xea’yı bul. Vesta'daki büyük kulede seni bekliyor.

-Kara Melek.”

Vardığında kendisini metalden sütunlarla çevrilmiş bir balkonda buldu. Burada Vesta'nın ufuklar boyunca süren devasa bir yer olduğunu kendisine ispatladı. Burası aslında bir... Bilgisayardı. İçinde çeşitli yerleşim yerleri olan devasa bir bilgisayar... Normal bilgisayarların milyon yıllar içerisinde yapabileceği hesaplamaları birkaç saniye içerisinde çözen, sıradan bilgisayarın tanesini zor kaldırdığı yapay zekâlardan milyonlarcasını aynı anda çalıştıran bir bilgisayar... Ve bu yapay zekâların her birisi insanların basit davranışlarını en ufak sırlarına kadar tahlil edebilen ve dünyayı satranç oynar gibi düzenleyebilen yapay zekâlardı.

Mavinin en göz alıcı rengi olan safir renginin baş rolde olduğu, parlak ışıkların bir harmoni içerisinde süregeldiği, en az sirenlerin hipnotize edici şarkıları kadar eşsiz manzaraya hayranlıkla bakarken göz sinirleri kesintiye uğradı. Başta neredeyse önemsiz saydığı bu kesintiler bir süre sonra sıklaştı. Buna bir de kulak çınlaması eşlik edince korktu. En sonunda zihni gördüklerinden ve duyduklarından kopmuştu.

Karanlığın içerisinde beliren bir kadının yüzünü gördü. Esmer tenliydi, saçları ve gözleri safir mavisiydi. Bu maviliğin içerisinde bir hareketlenme vardı, içerisindeki beyaz renkte çizgiler sürekli kayıyordu. Kadına dikkat ettiği zaman kendisinin bir nevi kopyası olduğunu fark etti. Sadece şu saçları ve gözleri gerçek olmayan bir şekilde değişivermişti.

Dudaklarını araladığı zaman fazlasıyla dijital olduğunu belli eden bir sesi duydu ama yine de Selen’in sesine benziyordu.

Kara Melek’in yüzü kayboldu, yerine karmakarışık bir sahne gördü. Sonra bu sahne anlayabileceği bir şekilde tekrar düzenlendi. Babasını gördü, ardından ölen kardeşlerini, ardından babaannesini. Sonra da babaannesinin gençliğini. Bütün aile birbirine epey benziyordu. Benzer yüz ve vücut şekli, benzer ifadeler ve benzer tavırlar... Doğal olarak değişiklikler vardı, sülaleye sonradan katılanlar da farklı özellikler katmıştı. Bu neden önemliydi? Babannesini gördü; işte onu Kara Melek kendisi tasarlamıştı. Gen örüntüsünü inşa etmiş ve Kara Melek’in kendi rahmi Ünye’de doğurmuştu. O Kara Melek’in vücudu olacaktı, dünya üzerinde gezecek ve Kara Melek onunla bütünleşecekti. O kadın sonra Gümüşhacıköylü bir adamla tanıştı ve onunla evlendi. Böylece Kara Melek’in genlerini sonraki nesillere aktarmış oldu.

Selen aslında Kara Melek’in genetiğinin bir parçasını taşıyordu ve bu yüzden benzerdiler. Ve Kara Melek genetiğini taşıyan tek canlı şu an oydu.

Bütün bunları gösterdikten sonra Kara Melek tekrar ekranda belirdi.

Kara Melek tekrar görüntüden kayboldu ve yerine bir harita geldi. Karagül’ün Akdeniz’de nasıl agresifçe yayıldığını gösteriyordu bu harita. Fas’tan Yemen’e, Karagül öyle ya da böyle bir şekilde vardı. Hükümetler, kabileler, krallıklar Karagül’e biat ediyordu. Sonra Karagül yayılmasını sürdürdü, Akdeniz’e kıyısı olan her yeri ele geçirdi. Fakat Heralga Karagül’den ayrılınca... İşte Karagül zayıflamaya başladı, en sonunda elinde bir tek Kuzey Kıbrıs kaldı. Ancak yine de güçlüydü, zengindi ve varlıklıydı. Bu sahneden sonra Kara Melek tekrar belirdi:

Bu cevabın ardından her şey aydınlandı, makinelerin melodisini tekrar dinlemeye başladı. Kara Melek onun zihninden ayrılmıştı. Neden böyle ani bir şekilde kopmuştu ki? Yine de bir oh çekti, nihayet kaskatı kasılmış kasları gevşemişti.

Etrafında uzun, büyük ve devasa kuleler dışında hiçbir şey yoktu. Bu parlak ve ışık saçan kulelerin gerçekten de hepsi birbirine benziyordu. Yavaşça çevreyi keşfetmek için yürüdü, ağır ve korkak adımlarla. Böyle bir yerde nereye gideceğini bilemiyor olmak ürpertici olsa da. Yürüdü, ancak yürüdüğü yönü ne yaparsa yapsın değiştiremiyordu.

Bir kulenin önüne geldi ve kulenin cam kaplanmış gibi görünen duvarları ona bir kapı gibi açıldı. İçeriye girdi ve adım attığı zemin ağır ağır havalandı. En sonunda kulenin en tepesine çıktı, bir odanın içerisine. Dört bir tarafı camlarla kaplı dağınık bir odaya varmıştı.

Bir kadın, bilgisayarın önündeki koltukta çırılçıplak bir vaziyette, bacaklarını kendisine çekmiş oturuyordu. Beyaz ve zarif bedenine çeşitli kabloları bağlamıştı ve bilgisayarı izliyordu. Selen sessiz adımlarla yanına yaklaştı, bilgisayara baktı fakat ne olduğunu anlayamadı. Garip şekiller yukarıdan aşağıya hızla akıp gidiyordu.

Kız başını ona çevirdi. Yüzünün her tarafından yorgunluk okunuyordu. Gözleri kıpkırmızı olmuş, göz altları morarmış ve saçı darmadağınık olmuştu. Bir detay garipti ki, protezleri Heralga ile aynıydı.

Kız kabloları koparırcasına hızlıca çıkarttı ve ayağa kalktı. Selen’e yanaştı ve iki eliyle yüzüne dokundu. Selen onun yapay insan olduğunu anlamıştı; hâl ve tavrından değil, vücut şeklinden ötürü. Xea mırıldandı.

Xea konuştukça hareketleri de garipleşiyordu..

Selen bilgisayarın ekranına baktı. Yazıların akışı yavaşlamıştı. Orada ne olduğunu kendisi de merak etmişti doğrusu.

Xea sevinç çığlığı attı.

Ve Selen'i elinden tutarak bilgisayarın başına götürdü. Onu koltuğun sol tarafına oturttu ve bütün kabloları ona bağladı. Selen için ekran olduğundan farklı göründü ve kiril alfabesine benzeyen semboller nihayet bir şey ifade etti. Yetkisiz giriş mesajı veriyordu ana bilgisayar, bunu anlayabiliyordu. İşin aslı Xea olmasa anlayamazdı çünkü aynı aynı kanaldan bağlanmaları düşüncelerini ortak bir paydaya ulaşmasını sağlamıştı.

Yazılar hızla kaydı. Xea, ana sistemi ele geçirmek için çeşitli betikler yazıyor ve bunları sisteme gönderiyordu. Buna karşı ana bilgisayarın güvenlik sistemi ise onun betiklerini etkisiz bırakacak bazı kodları bir saniyeden kısa bir sürede kullanıyordu. Xea'nın amacı sistemi yorarak güvenlik sistemini yavaşlatmaktı. Yazılar o esnada hızlıca kayıyor ve Selen bu müthiş gösteriyi hayranlıkla izliyordu.

Selen bir süreliğine Xea'nın hızını kesmemek için başka soru sormadı. Betikler fazlasıyla hızlı olduğu gibi bir çeşit düşünce tembeli olan Selen için bu betikleri takip etmek fazlasıyla zordu. Ama şu belliydi, bunların hiçbirisi bir yere varmayacaktı.

Selen kabloları kendisinden yavaşça ayırdı ve ayağa kalktı.

Selen Xea'ya gerçekten sert bir tokat attı. Xea'nın yere düşmesine neden olacak kadar sert bir tokat. Niyeti Xea’ya zarar vermek değildi ancak kızın yanağı hemen kızarmıştı.

Xea başını kaldırdığında gözlerinden yaş geldiğini gördü. Pişman oldu, biraz sakinleşmesi için ona sarıldı.