Caddeyi öyle uzun bir süre izledi ki en sonunda bilinci o yolda yitti gitti. Sadece gelip geçen yolculardan, parmaklıklarından etrafı süzen gecenin kuşlarından ve barok süslemelerden mürekkepti onun zihni. Bundan rahatsız da değildi, hiç hissetmediği onca şeyi hissedebildiği için memnundu. Şimdi zihni bir tiyatro sahnesine dönüşmüştü, cadde baş rol oyuncusu ve gelip geçen her bir insan da başlı başına bir hikâyeydi. Tünel meydanında ışıklar kapanıyor ve Taksim varınca insanlar kendi sahnelerinden sersemce ayrılıyordu.
Tek seyircisinin Selen olduğu bu tiyatronun da kapandığı bir vakit olmuştu. Kapısı tıklatıldı, zihninde o “tık tık” sesi uğultularla yankılandı. “Tık tık”? Kapısı mı çalınmıştı? Biraz nefesini tutup etrafını dinleyince kapısında tıkırtıların sürdüğünü hissetti. Nefesini ince tuttu ve... Kapısı aniden açıldı. Hemen ayağa kalkıp silahına davrandı.
Karşısındakiler siyah kaftanlı, iri yarı adamlardı. Hepsinin boynunda Manolya kolyeleri ve yüzlerinde maskeler vardı. “Tapınakçılar...” diye seslice düşündü, “Tamam da sizin İstanbul’da ne işiniz var?” diye de devam ettirdi. Birbirine bakındılar, aralarında diğerlerinden kıdemli olduğunu düşündüğü bir erkek öne çıktı ve sorusuna cevap verdi:
- Kızım... Selen... Seninle konuşmamız gereken bir şey var.
- Ne konuşacaksınız? Çilingirlik sanatı üzerine mi?
- Hiçbir şey önemli değil, kızım.
- Ben senin kızın falan değilim.
- Hoş görüyorum. Sana söyleyeceklerimiz var, bizi dinlemelisin.
- Söyle madem?
Karşısındaki baş tapınakçı hemen söze girmedi. Sessizliği sürdürdü ki Selen bunun gerilimi arttırmak için kasten olduğunu düşündü. En sonunda aşağıdan geçen tramvayın zili duyulunca hemen konuştu.
- Senin ne için burada olduğunu biliyoruz ve sana bunu yapmamanı tavsiye ediyoruz. Yapmamalısın çünkü Vesta’nın o kaotik doğası kutsallığı tanımayanlar için tehlikelidir. O öyle kutsaldır ki yok edicidir, ilahın kuvveti vardır onda.
- Xea?
- O da dâhil. Kendisi Vesta’nın dehlizlerinde yok olup gidiyor şu an. Bize ister inan...
Adam bir süre başka bir şey diyecekmiş gibi durdu. Sonra da sözüne devam etti:
- İstersen de inanma. Bize ve Mesih’imize inançsızlığın seni kötü bir insan olduğunu göstermez, güzel kadın.
- Ne demek istiyorsun? Xea ölüyor mu?
- Yok oluyor. Sen... Çok acı çektin... Acıların seni arındırdı, ilahi kuvvete yakınlaştırdı. Yine de Mesih’imize itaat etmiyorsun. İtaat etmediğin müddetçe de asla Vesta’ya girecek kuvvete erişemezsin. O seni arındırır, öyle bir arındırır ki en sonunda seni yok eder. Hiçbir insan tanrının mabedinde ayakta duracak kadar kuvvetli olamaz kızım, anlıyor musun?
- Vesta mı tanrının mabedi? Çok saçma.
- Anlayamazsın...
- Evet anlayamam. Teknolojiyi nasıl tanrı ilan ettiğinizi nasıl anlayayım?
- Hoş görüyorum.
- Bu da kızdım ama çaktırmıyorum demenin diğer şekli.
- ...
- Bunları demek için mi buradasınız?
- Aslında bir şey daha var, kızım.
- Ne o?
- Bize itaat etmeyeceğini biliyoruz. Ama biz yine de senin yok olmana, yitip gitmene izin veremeyiz.
- Eee?
- Bu yüzden sana bir tasma takacağız.
Selen'in sesi yükseldi.
- Ne!? Köleliğimden beri tasma kolye bile takmadım ben?
- Bu tasma seni Tanrı’nın yüceliği sorgulanmaz gazabından koruyacak.
- Ne yapıyor bu tasma?
- Sen Vesta’ya vardığında seni öldürecek. Yok olmaman için...
- Yok olmayayım diye beni öldürecek misiniz? Siktir!
- Hoş görüyorum kızım... Tanrı’nın lütfu olan yüce iyiliği seninle paylaşmak için. Bunu takmak istiyor musun?
- Niye isteyeyim be! Delirdim mi ben?
- Hadi kızım, zorluk çıkarma. Bu senin kaderin...
Adam Selen’e tasmayı uzattı. Siyah deri bir tasma... Eğer bunu bir aksesuarcıda görseydi alıp takabilirdi, insanın içini gıdıklayan farklı bir cazibesi vardı. Tapınak’a ait pek çok eşya gibi. Ancak maskeli bir manyak ona uzatınca bir korku nesnesine dönüşmüştü. “Hayır... İstemiyorum.” diyerek geri çevirdi. Tapınakçı maskesini çıkarttı, sinirli bir Latin’in yüzüydü gördüğü. Israr etti!
- Tak!
- İstemiyorum, takamam işte.
- Tak dedim!
Baş tapınakçının gerek duruşunda gerekse sesinde ikna edici bir hava vardı. Ona karşı koymak sadece bir irade meselesi değil, artık kendisine karşı verdiği bir savaşa dönüşmüştü. Elinden tasmayı aldı, titreyerek boynuna götürdü... Duraksadı. Sanki boynuna urgan geçirecekmiş gibi hissetti kendisini. Neden bunu takacaktı ki durup dururken? Neyi başarmış olacaktı? İstanbul’a iki balık ekmek yiyip geri dönmek için mi gelmişti? Ailesine ne olduğunu ve onu öldüren gizli bir yapıyı araştırmak üzere buradaydı. Karşısındaki kaftanlı embesiller de buna engel olmak istiyordu akılları sıra.
Adamın yüzüne fırlattı tasmayı, üzerine gelince de eklentili bacaklarıyla sert bir tekme savurdu. Tapınakçılar hemen Selen’in üzerine saldırınca hepsini ayrı taraflara savurmasını da bildi. Fakat kapıdan gelen epey bir tapınakçı vardı, hepsiyle baş edemezdi. Bu demek oluyor ki balkona sıkışıp kalmıştı... Arkasına dönüp ne kadar yüksekte olduğuna baktı... Bayağı yüksekteydi. Yapabilir miydi?
Düşünmedi, hemen aşağıya atladı. Bacakları epey bir acımıştı ancak hiç hasar almamıştı. Hızla bir yöne doğru koştu ve görüş alanında bazı mavilikler belirdi, işletim sisteminden bir ses yükseldi:
“O mavi çizgileri takip et!”
Nereden geldiğini hâlâ kestiremediği bu emre uydu ve hızla rotayı takip etti. Bir yokuşa girmişlerdi. Sokak tabelasında doğru gördüyse “Kumbaracılar Yokuşu” yazıyordu. Caddeye kıyasla daha gösterişsiz ancak şirin bir yokuştu burası. Geciken saate rağmen esnaflar hâlen daha dükkanındaydı. Hoş, Beyoğlu’nda gündüz ve gece bir hermafrodite dönüşmemiş miydi zaten?
“Serdar-ı Ekrem Caddesi”ne saptı bir yerden sonra. Süslü ahşap cumbaların arasında kalan boşluktan Galata Kulesi artık tam karşısındaydı. Ne garip, geldi geleli hiç şu kuleyi görmemişti. Ancak İstanbul’u İstanbul yapan da o kuleydi. O olmadan belki şu şehrin bir anlamı yine olurdu ama hissettiremezdi. Kuleye doğru koştu...
Ve arkasında silahlar patlamaya başladı. Ona mı nişan almışlardı acaba? Hayır... Cumbalara saklanmış olan Karagül askerleri peşine takılan bütün tapınakçıları gafil avlamıştı. Başıyla selamladı onları, onlar da Selen’i selamladı. Bunlar muhtemelen Behram’ın bahsettiği Çukurcuma’daki Karagül askerleri olmalıydı. Kim bilir daha hangi sokaklarda nice Karagül askeri pusmuş avını bekliyordu.
Yoluna devam etti. Şu Galata’dan hemen ayrılmak istiyordu. Kim bilir daha ne çıkabilirdi yoluna... Hızlı adımlarla yürüyüp Karaköy’e kadar indi, ardından köprüden geçerek Minik Roma’sını arkada bıraktı. Şimdi İstanbul’un kalbindeydi. Gecenin ıssızlığı ve karanlığı burada ölmemişti. Sokaklar bekçilere dükkânlar da kepenklere emanet edilmiş, ahali her yerden çekilip gitmişti.
Manzarasına bir göz attığında bu taraf alabildiğine dağınık, kaotik ve bakımsızdı. Pera’nın o biçimliliğinden hiç de nasibini almamıştı. Aslında pek çok binanın kendince bir ihtişamı vardı ama diğer binaların arasında gömülüp gitmişti burada. Bütün bu görüntüde ayrıksı olan tek şey minareler ve ince bir kılıç gibi uzanan Beyazıt kulesiydi.
İçerilere doğru yürüdü, bir kaç müpteladan ve Romandan başka kimse yoktu sokaklarda. Bu tarafın havası karşı tarafa göre daha ılıman olduğundan evsizlerin burada toplanması normal sayılırdı. Evsizleri ve düşkünleri hiç çekinmeden selamladı, ihtiyaçlarını sordu ve verebileceğini verdikten sonra da yoluna devam etti. Aralarından bir çocuk takılıp geldi peşine, elinde çoktan kuruyup gitmiş bir çiçekle beraber. Selen çocuğu fark etse de fazla bozuntuya vermedi, yoluna devam etti. En sonunda Hocapaşa tarafında çocuk cesaretini toplayıp Selen’in eteğine asıldı.
- Al abla, sana yolladılar.
Gülümseyerek çocuktan çiçeği aldı.
- Zambak bu!
- Zambak seviyormuşsun, öyle söylediler.
- Kim söyledi?
- Yaşlı... Çok çok yaşlı bir teyze. Dedi ki bana... Selen ablanı görünce bu çiçeği ver.
- Beni nasıl tanıdın peki?
- Şey... Resmini gösterdi.
- Ne oldu teyzeye peki?
- Gitti işte, işte böyle.
Selen eğilip çocuğun yanaklarını sıkacaktı ki gömleğinin cebindeki gizlediği Medusa kolyesi parlayarak gözünü aldı. Beyin çipindeki virüs seslendi ona; “O kolyeyi al.”.
- Peki başka bir şey verdi mi sana?
- Vermedi abla.
Kolye daha da gür bir şekilde parıldayınca çocuğun yalan söyleyebileceğini sezdi.
- Şu gömleğinin cebinde ne parlıyor?
Çocuk üzerine baktı, sonra da sahici bir ses tonuyla:
- Ne parlıyor ki?
- Gömleğinin cebinde bir şey parlamıyor mu?
- Yoo?
Selen göz korneasını kaplayan arayüzü durdurunca işletim sistemi mesajlarıyla beraber parlamanın da söndüğünü keşfetti. Demek ki virüs ona kolyeyi işaret ediyordu. Selen çocuğu biraz korkutmayı denedi.
- Ben yalancıları hemen gözünden anlayabiliyorum. Aç bakayım gözünü... Hmm... Yalan söylüyorsun galiba.
Çocuk yalancıktan ağladı.
- Valla abla ekmek Mushaf çarpsın ki yalan söylemiyorum.
- Şşş... Yalan yere yemin etme çarpılırsın. Kolyeyi teyze mi verdi sana? Hadi doğruyu söyle.
- Abla yalan söylüyorsam iki gözüm önüme aksın, domalıp kalkamayayım, Deli Sami de siksin beni.
- Hem yalancısın hem de küfürbazsın. Yakışıyor mu? Hem Sami kim ve neden ona deli diyorsun?
- Sami mi? Konstantin’i gezdirdim diyor hep. Deli işte o.
- Kolyeyi ver hadi, üzme beni. Tamam mı çocuğum? Başına bela getirir o kolye.
- Nasıl bir bela abla?
Bir şekilde bela getireceği açıktı da... Sahi nasıl bela getirecekti? Şimdi de o bir yalan uydurdu.
- Dur tahmin edeyim, kolyenin üzerinde Medusa var.
- Medusa ne abla?
- Böyle saçları yılan olan korkunç kadın.
Çocuk gömleğinin cebindeki kolyeyi çıkarıp Selen’in söylediklerini teyit etti.
- Evet abla?
- İşte bana vermezsen o kötü kadın seni taş eder.
- Allah mı o?
- Yok yok, değil. Ama o da taş eder.
Çocuk istemeye istemeye kolyeyi kadına verip boynu bükük geri döndü. Selen de rotaya devam etti. Dik bir yokuşu aştıktan sonra iki tane caminin arka arkaya göründüğü bir başka semte vardı. Bu camilerin ardında da göğe doğru mavi bir ışık saçılıyordu. Hemen o ışığa gitti. Üç sütunun ortasındaki kısa sütundan yükseliyordu bu ışık. “Yılanlı Sütun” diye iç geçirdi, bu sütunu biliyordu. Bu sütuna bakan cübbeli bir kadın vardı ayrıca. Yanına vardı, Selen’i görmemezlikten geldi. Kendisini söylediği tekerlemeye kaptırmıştı. Bu tekerleme ritmi bozuk, coşkusuz ve anlamsızdı fakat içinden sadece “Yağmur kuşlarını” seçebildi.
Deforme bir yüzü vardı bu kadının. Yüzü kezzap atmışlardı galiba. Üstelik çok cılızdı ve akşındı. Ama onu sevimsiz kılabilecek pek çok detaya rağmen onu sevecen bulmuştu. Hatta memleketinin insanlarına benziyordu biraz da. Göz geze gelince kadının gözlerinin kırmızıdan maviye döndüğünü gördü. Sonra konuştu, yıllardan beri hiç konuşmamış gibi çatlak bir sesle ve bozuk aksanla:
- Yağmur kuşlarının ve ölülerin marşını duyuyor musun, Selen?
- ...
- Mezarlıkların altına gitmeye hazır mısın, Selen?
- Adımı nereden biliyorsun?
Kızıl saçlı, Selen’e doğru bir adım attı, elini kaldırdı ve gülümseyerek göğe doğru baktı. Bu esnada gülümsemesinin de ayrı garip olduğunu fark etti. Yüzü ve ağzı birbirinden ayrıymış da sonradan birleştirilmiş gibiydi.
- Kara Melek bana fısıldadı.
- Kara Melek?
- Tanrı bize onunla fısıldar.
- Ne, Tanrı mı?
- Tanrı değil... Tanrı! Yaratıcı! Lütufkar! Kara Melek bütün alemleri kendi algoritmasında yaşar, Tanrı’yı kendi algoritmasında bulur.
- Desene sen şuna, bir ben var benden içeri.
Selen aslında espri yapmak, ortamın havasını hafifletmek istemişti. Yaşlı kadın bu espriyi öyle büyük bir ciddiyetle karşılamıştı ki yanlış bir şey mi söylediğini sorguladı içinden. Kızmış mıydı? Duyguları da pek belli olmuyordu ki ihtiyarın! Ama başını kaldırıp tekrar eksantrik gülümsemesini takınınca Selen bir oh çekti.
- Evet, sahiden de zekisin Selen. Vesta’ya girmeye layıksın. Peki ya sen... Vesta’ya gitmeyi istiyor musun?
Yaşlı, soruyu sorar sormaz Selen’in boynundaki kolye parıldadı. Yılanlı sütun da tamamlandı ve gerçek bir yılana dönüştü. Üç başlı bir yılana...
- Şey... Bilmiyorum. Hevesim kaçtı biraz.
- Hayat bir seçim yeri... Ama bu seçim yalnızca seçim değil, aynı zamanda seçimlerin hepsinin aynı anda var olduğu bir yer burası.
- Ne demek istiyorsun?
- Bizler hayatımızı iki zıtlık üzerine yaşarız ki bunlar ölüm ve yaşamdır. Doğa’da da Vesta’da da bu “ikici” bakış açısının yarattığı izleri göreceksin. Ama korkunçtur bu... Şaşırana tabii... Şaşıran neyden korkar? Kendi özümüzün iki yönünden mi?
- Anlamıyorum. Çok karmaşık konuşuyorsun, bunların ne alakası var?
- Sen sadece beni dinle, mantığını yok et. Mantık bizi şaşırtır. Diyorum ki bir yandan ne kadar kötü olabileceğimizi, diğer yandan ne kadar iyi olabileceğimizi düşünerek en temelde bütün dünyayı kendi özümüzle yorumlamaya çalışıyoruz. Temel bizim kendi özümüz, dünya görüşümüz de bu temel üstündeki binadır. İnsanoğlu olarak deriz ki: Bir tarafta bütün keyifler ve hazlar varlığını sürdürürken diğer tarafta bizi korkutan ölümün kokuşmuşluğu vardır. Ben de bu görüşü mecazi anlamda kullanarak şunu diyorum: Ben ölüyüm, sen değilsin. Ben kokuşmuşlukla iç içeyim, iğrençlikleri biliyorum ve varabileceğim en son noktaya vardım. Sen değilsin, sen diriliyorsun. Geçmişte yaşadıklarının kibri ile kendini güzelliklerin hükümdarı olabileceğini düşünüyorsun, öyle olsun. Ama sorun güzel ve çirkin de değildir, sorun saflığın nerede olduğudur. Yeniden dirilmek adına en saf halimize bürünmemiz, çirkinliklerle de güzelliklerle de boğuşmamız gerekir. Bir karmaşa halindeki benliğimiz aslında saflıktan uzakta değildir. Saflık totem ve tabuları yıkmaktan gelir... Neye dönüştüğünü hayretler içerisinde karşılar.
- Saflık derken neyi kastediyorsun?
- Sen hiç ölüm korkusu ile yüzleşmiş bir savaşçıyı gördün mü? İşte saflık odur, insanın üzerindeki bütün baskıların bir şekilde kalktığı andır. Bizim amacımız insanın içindeki potansiyeli gerçekleştirmektir, insanı totemlerinden ve tabularından arındırarak bütün potansiyelini ortaya çıkartmaktır. İşte bu ancak güzelliklerin en çok zayıfladığı, ölümün en baskın olduğu anda ortaya çıkar. Şimdi totemlerinden arın, insanın varacağı son noktayı görmek için arın. Bu mistik, ruhani bir mevzu değildir. Sandığın kadar maddeden kopuk da değildir, hatta maddenin bizzat kendisidir bahsettiklerim. İnsanları sürekli kendisini tekrarlayan totemlerinden, kutsallaştırılmış ve sorgulanamaz güzelliklerden ayıracak şey büyük bir savaş ve ardından gelen yıkım olacaktır. İnsan, ruhsal ve zihinsel bağımlılıklarından savaşla kurtulacaktır. Bugün dünyayı hastalığından uyandırma zamanıdır. Bizler, medeniyeti yok edenler olacağız.
Kadın bu sözü dedikten sonra çözünerek kayboldu. Sütun ortadan kalkmış, yerin dibine doğru inen bir merdivene dönüşmüştü. Evet buradan ayrılıp gidebilirdi, Beyoğlu’ndaki dairesinde güzel bir uyku çeker ve sonra da her şeyi unutup Kıbrıs’a geri dönerdi. Heralga’ya da artık bir bahane bulurdu. Ama bir yandan şunu düşündü, madem tapınakçıların istediği olacaktı onca tapınakçı pisi pisine mi ölmüştü? Sadece tapınakçılar mı? Nice insanı canını vermiş, hayatını adamıştı şu an için. Vesta ile ilişiği olmayan farklı birisi olarak giriyordu içeriye, belki de Vesta için bu ilk olacaktı. Peki ne için girecekti? İkiliği sonlandırmak, üçüncüyü de ortaya koymak için.
İçeri girdi.