Caddeyi öyle uzun bir süre izledi ki en sonunda bilinci o yolda yitti gitti. Sadece gelip geçen yolculardan, parmaklıklarından etrafı süzen gecenin kuşlarından ve barok süslemelerden mürekkepti onun zihni. Bundan rahatsız da değildi, hiç hissetmediği onca şeyi hissedebildiği için memnundu. Şimdi zihni bir tiyatro sahnesine dönüşmüştü, cadde baş rol oyuncusu ve gelip geçen her bir insan da başlı başına bir hikâyeydi. Tünel meydanında ışıklar kapanıyor ve Taksim varınca insanlar kendi sahnelerinden sersemce ayrılıyordu.

Tek seyircisinin Selen olduğu bu tiyatronun da kapandığı bir vakit olmuştu. Kapısı tıklatıldı, zihninde o “tık tık” sesi uğultularla yankılandı. “Tık tık”? Kapısı mı çalınmıştı? Biraz nefesini tutup etrafını dinleyince kapısında tıkırtıların sürdüğünü hissetti. Nefesini ince tuttu ve... Kapısı aniden açıldı. Hemen ayağa kalkıp silahına davrandı.

Karşısındakiler siyah kaftanlı, iri yarı adamlardı. Hepsinin boynunda Manolya kolyeleri ve yüzlerinde maskeler vardı. “Tapınakçılar...” diye seslice düşündü, “Tamam da sizin İstanbul’da ne işiniz var?” diye de devam ettirdi. Birbirine bakındılar, aralarında diğerlerinden kıdemli olduğunu düşündüğü bir erkek öne çıktı ve sorusuna cevap verdi:

Karşısındaki baş tapınakçı hemen söze girmedi. Sessizliği sürdürdü ki Selen bunun gerilimi arttırmak için kasten olduğunu düşündü. En sonunda aşağıdan geçen tramvayın zili duyulunca hemen konuştu.

Adam bir süre başka bir şey diyecekmiş gibi durdu. Sonra da sözüne devam etti:

Selen'in sesi yükseldi.

Adam Selen’e tasmayı uzattı. Siyah deri bir tasma... Eğer bunu bir aksesuarcıda görseydi alıp takabilirdi, insanın içini gıdıklayan farklı bir cazibesi vardı. Tapınak’a ait pek çok eşya gibi. Ancak maskeli bir manyak ona uzatınca bir korku nesnesine dönüşmüştü. “Hayır... İstemiyorum.” diyerek geri çevirdi. Tapınakçı maskesini çıkarttı, sinirli bir Latin’in yüzüydü gördüğü. Israr etti!

Baş tapınakçının gerek duruşunda gerekse sesinde ikna edici bir hava vardı. Ona karşı koymak sadece bir irade meselesi değil, artık kendisine karşı verdiği bir savaşa dönüşmüştü. Elinden tasmayı aldı, titreyerek boynuna götürdü... Duraksadı. Sanki boynuna urgan geçirecekmiş gibi hissetti kendisini. Neden bunu takacaktı ki durup dururken? Neyi başarmış olacaktı? İstanbul’a iki balık ekmek yiyip geri dönmek için mi gelmişti? Ailesine ne olduğunu ve onu öldüren gizli bir yapıyı araştırmak üzere buradaydı. Karşısındaki kaftanlı embesiller de buna engel olmak istiyordu akılları sıra.

Adamın yüzüne fırlattı tasmayı, üzerine gelince de eklentili bacaklarıyla sert bir tekme savurdu. Tapınakçılar hemen Selen’in üzerine saldırınca hepsini ayrı taraflara savurmasını da bildi. Fakat kapıdan gelen epey bir tapınakçı vardı, hepsiyle baş edemezdi. Bu demek oluyor ki balkona sıkışıp kalmıştı... Arkasına dönüp ne kadar yüksekte olduğuna baktı... Bayağı yüksekteydi. Yapabilir miydi?

Düşünmedi, hemen aşağıya atladı. Bacakları epey bir acımıştı ancak hiç hasar almamıştı. Hızla bir yöne doğru koştu ve görüş alanında bazı mavilikler belirdi, işletim sisteminden bir ses yükseldi:

“O mavi çizgileri takip et!”

Nereden geldiğini hâlâ kestiremediği bu emre uydu ve hızla rotayı takip etti. Bir yokuşa girmişlerdi. Sokak tabelasında doğru gördüyse “Kumbaracılar Yokuşu” yazıyordu. Caddeye kıyasla daha gösterişsiz ancak şirin bir yokuştu burası. Geciken saate rağmen esnaflar hâlen daha dükkanındaydı. Hoş, Beyoğlu’nda gündüz ve gece bir hermafrodite dönüşmemiş miydi zaten?

“Serdar-ı Ekrem Caddesi”ne saptı bir yerden sonra. Süslü ahşap cumbaların arasında kalan boşluktan Galata Kulesi artık tam karşısındaydı. Ne garip, geldi geleli hiç şu kuleyi görmemişti. Ancak İstanbul’u İstanbul yapan da o kuleydi. O olmadan belki şu şehrin bir anlamı yine olurdu ama hissettiremezdi. Kuleye doğru koştu...

Ve arkasında silahlar patlamaya başladı. Ona mı nişan almışlardı acaba? Hayır... Cumbalara saklanmış olan Karagül askerleri peşine takılan bütün tapınakçıları gafil avlamıştı. Başıyla selamladı onları, onlar da Selen’i selamladı. Bunlar muhtemelen Behram’ın bahsettiği Çukurcuma’daki Karagül askerleri olmalıydı. Kim bilir daha hangi sokaklarda nice Karagül askeri pusmuş avını bekliyordu.

Yoluna devam etti. Şu Galata’dan hemen ayrılmak istiyordu. Kim bilir daha ne çıkabilirdi yoluna... Hızlı adımlarla yürüyüp Karaköy’e kadar indi, ardından köprüden geçerek Minik Roma’sını arkada bıraktı. Şimdi İstanbul’un kalbindeydi. Gecenin ıssızlığı ve karanlığı burada ölmemişti. Sokaklar bekçilere dükkânlar da kepenklere emanet edilmiş, ahali her yerden çekilip gitmişti.

Manzarasına bir göz attığında bu taraf alabildiğine dağınık, kaotik ve bakımsızdı. Pera’nın o biçimliliğinden hiç de nasibini almamıştı. Aslında pek çok binanın kendince bir ihtişamı vardı ama diğer binaların arasında gömülüp gitmişti burada. Bütün bu görüntüde ayrıksı olan tek şey minareler ve ince bir kılıç gibi uzanan Beyazıt kulesiydi.

İçerilere doğru yürüdü, bir kaç müpteladan ve Romandan başka kimse yoktu sokaklarda. Bu tarafın havası karşı tarafa göre daha ılıman olduğundan evsizlerin burada toplanması normal sayılırdı. Evsizleri ve düşkünleri hiç çekinmeden selamladı, ihtiyaçlarını sordu ve verebileceğini verdikten sonra da yoluna devam etti. Aralarından bir çocuk takılıp geldi peşine, elinde çoktan kuruyup gitmiş bir çiçekle beraber. Selen çocuğu fark etse de fazla bozuntuya vermedi, yoluna devam etti. En sonunda Hocapaşa tarafında çocuk cesaretini toplayıp Selen’in eteğine asıldı.

Gülümseyerek çocuktan çiçeği aldı.

Selen eğilip çocuğun yanaklarını sıkacaktı ki gömleğinin cebindeki gizlediği Medusa kolyesi parlayarak gözünü aldı. Beyin çipindeki virüs seslendi ona; “O kolyeyi al.”.

Kolye daha da gür bir şekilde parıldayınca çocuğun yalan söyleyebileceğini sezdi.

Çocuk üzerine baktı, sonra da sahici bir ses tonuyla:

Selen göz korneasını kaplayan arayüzü durdurunca işletim sistemi mesajlarıyla beraber parlamanın da söndüğünü keşfetti. Demek ki virüs ona kolyeyi işaret ediyordu. Selen çocuğu biraz korkutmayı denedi.

Çocuk yalancıktan ağladı.

Bir şekilde bela getireceği açıktı da... Sahi nasıl bela getirecekti? Şimdi de o bir yalan uydurdu.

Çocuk gömleğinin cebindeki kolyeyi çıkarıp Selen’in söylediklerini teyit etti.

Çocuk istemeye istemeye kolyeyi kadına verip boynu bükük geri döndü. Selen de rotaya devam etti. Dik bir yokuşu aştıktan sonra iki tane caminin arka arkaya göründüğü bir başka semte vardı. Bu camilerin ardında da göğe doğru mavi bir ışık saçılıyordu. Hemen o ışığa gitti. Üç sütunun ortasındaki kısa sütundan yükseliyordu bu ışık. “Yılanlı Sütun” diye iç geçirdi, bu sütunu biliyordu. Bu sütuna bakan cübbeli bir kadın vardı ayrıca. Yanına vardı, Selen’i görmemezlikten geldi. Kendisini söylediği tekerlemeye kaptırmıştı. Bu tekerleme ritmi bozuk, coşkusuz ve anlamsızdı fakat içinden sadece “Yağmur kuşlarını” seçebildi.

Deforme bir yüzü vardı bu kadının. Yüzü kezzap atmışlardı galiba. Üstelik çok cılızdı ve akşındı. Ama onu sevimsiz kılabilecek pek çok detaya rağmen onu sevecen bulmuştu. Hatta memleketinin insanlarına benziyordu biraz da. Göz geze gelince kadının gözlerinin kırmızıdan maviye döndüğünü gördü. Sonra konuştu, yıllardan beri hiç konuşmamış gibi çatlak bir sesle ve bozuk aksanla:

Kızıl saçlı, Selen’e doğru bir adım attı, elini kaldırdı ve gülümseyerek göğe doğru baktı. Bu esnada gülümsemesinin de ayrı garip olduğunu fark etti. Yüzü ve ağzı birbirinden ayrıymış da sonradan birleştirilmiş gibiydi.

Selen aslında espri yapmak, ortamın havasını hafifletmek istemişti. Yaşlı kadın bu espriyi öyle büyük bir ciddiyetle karşılamıştı ki yanlış bir şey mi söylediğini sorguladı içinden. Kızmış mıydı? Duyguları da pek belli olmuyordu ki ihtiyarın! Ama başını kaldırıp tekrar eksantrik gülümsemesini takınınca Selen bir oh çekti.

Yaşlı, soruyu sorar sormaz Selen’in boynundaki kolye parıldadı. Yılanlı sütun da tamamlandı ve gerçek bir yılana dönüştü. Üç başlı bir yılana...

Kadın bu sözü dedikten sonra çözünerek kayboldu. Sütun ortadan kalkmış, yerin dibine doğru inen bir merdivene dönüşmüştü. Evet buradan ayrılıp gidebilirdi, Beyoğlu’ndaki dairesinde güzel bir uyku çeker ve sonra da her şeyi unutup Kıbrıs’a geri dönerdi. Heralga’ya da artık bir bahane bulurdu. Ama bir yandan şunu düşündü, madem tapınakçıların istediği olacaktı onca tapınakçı pisi pisine mi ölmüştü? Sadece tapınakçılar mı? Nice insanı canını vermiş, hayatını adamıştı şu an için. Vesta ile ilişiği olmayan farklı birisi olarak giriyordu içeriye, belki de Vesta için bu ilk olacaktı. Peki ne için girecekti? İkiliği sonlandırmak, üçüncüyü de ortaya koymak için.

İçeri girdi.