Yaldızlı denizin köpüren sularında irili ufaklı sandallar, tekneler ve gemiler yüzen fenerler gibi Topkapı Sarayının eteğinde dizilmişti. Yolcular bu manzarayı gördükleri zaman artık seyahatlerinin sona erdiğini anlamışlardı. Şimdi bütün vapuru bir sükûnet sarmıştı çünkü bu anlar fazlasıyla özeldi. Artık kimsenin nereden geldiğinin bir önemi yoktu, bütün zihinler İstanbul’un detaylarıyla dolup taşmıştı. Minareler, görkemli binalar, ağaçlar ve nice apartman... İlk bakışta methiyeleriyle kıyaslayınca pek yavan görünüyordu şu manzara. Ama baktıkça insanın daha da bakası geliyordu, karmaşanın içinde var olmuş şu sadelik pek güzel, pek içtendi. Güzelliği “Ben buradayım!” diye bağıran bir güzellik değil, naif ve nadide bir güzellikti.
Ne garip bir tezat vardı Haliç’in şu iki tarafında? Bir tarafta bin şahit ister türünden bakımsız binalar, diğer tarafta da ilk yapıldığı zamandan beri görkemini korumuş nice süslü apartman, han, otel... Şu bakımsız olan tarafın esas İstanbul olması ne garipti, hiç bilmeyene sorsalar onca övgüye kanıp Galata’yı gösterirdi.
Selen bir tarih bilgisini yokladı, gördüğü şu son hâli kendince anlamlandırabilmek için. Sonuç alakalı olur muydu? Cevabı basitti: “Bir deneyelim”. Büyük Konstantin, Roma’nın karmaşıklaşmış yaşantısından kaçmak için Roma’dan çok uzakta “Bizantion” denen bir köye yerleşivermişti. Burası o doğru bulduğu sade yaşantının merkezi olacaktı. Roma’nın manevi tamamlayıcısı da...
Peki ya o tamamladığı Roma’nın ruhu şimdi neredeydi? Roma’yla kıyaslanabilecek pek bir bağı kalmamıştı bu şehrin. Ama Galata kulesinin dibindeki nakış nakış işlenmiş tarafa göz atınca o tarafında minik bir Roma olduğunu fark etti. Çınarların altında Osmanlılar kendisine hiç gelişmeye ihtiyaç duymadıkları bir cennet yaratmışken karşıda, ya da Rumların deyimiyle Pera’da, makinelerin üzerinde yükselen yeni bir dünyanın yansıması vardı. Her gün yeni bir yeniliğin olduğu, fazlasıyla teknolojik bir kültür yaşıyordu burada. Ancak bir kusurları vardı, o da tatminsizlikleriydi. Onları cennetten kovan yasak meyvenin tadına bir kez bakmışlardı, artık tek çareleri her şeyin bugünden daha iyi olacağı tesellisine sarılmaktı.
İşte buydu İstanbul’un öyküsü. Kimi zaman sakin bir göl olmuştu kimi zaman da hırçın bir okyanus. Şimdi Galata’nın eteklerinde Selen’i ağırlıyordu bu şehir. Torbadan saçılan misketler misali vapurdan ayrılan yolcularla beraber karaya ayak basarken o da İstanbul’un davasında istemeden taraf olmuştu artık.
Bir asker onu kolundan çekerek kalabalıktan ayırdı ve hiçbir şey demeden kuytu bir köşeye kadar Selen’i sürükledi. Selen ne olduğunu anlamaya çalışırken adam lafa girdi.
- Merhaba Selen hanım...
- Sen kimsin?
- Deniz kuvvetlerinden Yarbay Muzaffer İsmetoğlu. Ordudaki dostlarım mühim bir misafirimiz olduğunu söyleyince hemen soluğu burada aldım. Biraz erken gelmişim ama olsun, hazırlıksız yakalanmamış olduk. Daha gevezelik etmeden sorayım, yolculuğunuz nasıldı?
- Fena değil...
- Sanırım yorgunsunuz. Neticede yolculuk yorar.
Selen adama başını çevirip ters ters baktı, “Herhâlde” minvalinde bir şey diyecekti ancak kendisini tuttu.
- Yorucu tabii.
- Geçmiş olsun. Sizi kalacağınız yere kadar ağırlayayım.
Bir şey demeden tünele kadar yürüdüler. Etraf sahiden de kalabalıktı. İki üç gemi arka arkaya geldiğinden iyice birbirine girmişti ortalık. Seyyar satıcılar, İstanbul’a ilk kez gelenleri şaşırtmaya çalışan dolandırıcılar, dükkânlar ve otel sahipleri... Kalabalığa aşina olsa da bu bambaşka bir hengâmeydi. Bir de insanları yara yara geçmeye çalışan bir tramvay vardı ki... Vatmanını indirip dövmek gelmişti içinden.
Muzaffer, Selen’in iyiden iyiye asabının bozulduğunu anlayınca dikkatini dağıtmaya çalıştı.
- Kıbrıs nasıl?
Selen gürültüden soruyu anlamadı.
- Efendim?
- Kıbrıs nasıl bir yer?
- Fena değil, güzelliği de var çirkinliği de.
- Nasıl güzeldir mesela?
- Güzel işte. Nasıl anlatayım? İnsanı kendisine çeker, kimi zaman pek doğaldır kimi zaman da bambaşkadır. Bir de yeraltı var, o da apayrı bir âlem.
- Nasıl bir âlem?
- Nasıl bir âlem? Yahu bir şey demeyeyim diyorum da konuşacak burayı mı buldun!? Şu herifi görüyor musun? Yarabbim adama bak yolun ortasında durmuş mal mal. (Bahsettiği adama seslenerek) Çekilsene be!
Asker tok bir sesle insanlara çekilmesini emredince insanlar Hz. Musa’nın denizi yarması gibi iki tarafa çekildi. Şimdi onlara merakla bakan bir kalabalık vardı. Selen derin bir oh geçti.
- Valla iyi oldu, çok sağ olasın.
- Haksız değilsin. Bazen ben de aynı şeyi hissediyorum. Neyse... Ne konuşuyorduk?
- Yeraltını sormuştun. Başka bir âlemdir, başka hiçbir yerde göremeyeceğiniz şeyler vardır orada. Bunu da eşya için de söyledim, insan için de. Her şeyin iyisi de var kötüsü de. Kıbrıs’ı ziyaret etmeyi mi düşündünüz?
- Yok. Asker kimliği ile Türkiye’yi bırakmak zor, seyahat etmek istersem de Çelik Devletler içinde edebilirim. Haliyle Kıbrıs’a gelişim ancak... Kim bilir belki de Karagül’ü kaldırmaya gireriz adaya.
Selen güldü.
- Karagül’den kim ne fayda gördü ki? Kaldırın gitsin.
- Olsun, Karagül de lazım gelir şu dünyaya. Birleşmeyi siz hayırlı bir şey olarak mı görüyorsunuz?
- Karagül hakkında ne düşünüyorsunuz ki?
- İşin aslı... Ne desem... Boş ver. Askere fikri sorulmaz.
- Fikir dediğin başa beladır sonuçta.
- Yok. Ondan değil. Gerek yoktur demek istedim. Ne diyeceği bellidir çünkü, zira askerliğin mantığında düşünmek yoktur. Yerine düşünen, karar veren ve hükmeden birileri vardır. Hoş... Askerken bunun farkında olursun ama vatandaşlar da aynı emir komuta zincirinin altında aslına bakarsan.
- Neden o?
- Nedeni çok. Devletin ne olduğuyla alakalı. Bazen düşünüyorum da insanlar neden devletini bu kadar çok seviyor? Çünkü devlet bir fikir değil sevgi ve bağlılık meselesidir. Vatandaşlar da devletin kendisine faydalı olduğuna inandırmaya çalışır. Ama halbuki devletin varlığı için bahane aramaktadır vatandaş işte. Devlet Aklı ve mantığı tekeline almış, doğa anlayışını kendisine göre değiştirmiştir.
- Anarşist misiniz?
- Hiç de bile. Anarşistler duygusuz insanlardır bir kere. Devlete sadakat duymak önce duygu meselesidir. Devlet yeter ki bunu kötü niyetle kullanmasın. İnsanlar devrimi düşünmez çünkü evladına kıymakla birdir devleti ortadan kaldırmak. Sizin Anarşistler kolay kolay anlamaz bunu, devlet yüktür der duyguları inkâr edersiniz.
Sözünü bitirdiğinde şu meşhur Tünel’e varmışlardı. İçeride mahzenlere özgü bir serinlik vardı. Çok eski bir teknoloji olmasına rağmen nedense gözüne ilk yapıldığı zamanın ışıltısıyla görünmüştü. Karaköy’den Beyoğlu’na bir dakikaya kalmadan çıkmak... Kim bilir ilk yapıldığı zaman ne ses getirmiştir. Ama Türkler yeraltına girmeye çekindiği için uzun bir müddet yalnızca hayvan taşındığını hatırlayınca hem eski zaman inançlarına güldü hem de kendi vaziyetine. Eskilerin girmeye tenezzül etmediği şu karanlık yerde bir hayvan gibi taşınmayı kabul mü etmiş olmuştu şimdi?
Kalkmadan önceki son yolcularını bekleyen vagona girdiler ve kendilerine bir yer seçtiler. Sonrasında da zil çaldı, kapılar kapandı ve vagon ilerledi. Bir dakika içinde yukarıya tırmanmışlardı.
“Bu ne görkem” diye iç geçirdi Selen. Hiç böyle bir yerle karşılaşmayı beklememişti. Soğuk güneşin artında pirit gibi parıldayan bir meydana vamrışlardı. Bambaşka bir dünyadan kopup İstanbul’un tepesine yerleşmiş başka bir ruhla karşılamıştı. Yüzüne bir gülümseme geldi, nedensiz bir gülümseme. Bir anda bütün aklındakileri unuttu ve salt aklın ziyasıyla inşa edilmiş bu semte verdi kendisini.
Bir insan sonsuza kadar burada yaşayabilir miydi? Belki evet belki hayır. Ancak Selen yaşayabileceğini düşündü. Beyoğlu’nun zarif ruhu gibi olmayı, onunla bütünleşmeyi ve hatta o olmayı... Bu, tekdüzeleşmiş hayatında yaşamak için bambaşka bir coşku olacaktı. Dağ başındaki köşklerinde yaşayan nice zengine hayret etti, böyle bir ruha iştirak etmek varken neden insan bundan kaçmak isterdi ki?
Cadde boyu yürüdü. Yorgunluktan etrafını pek detaylıca inceleyemedi ancak biraz izlemiş olmaktan bile mutluluk duydu. Binaların süslemesinden insanları izleyen figürleri inceledi hayretle. Sonra Suriye pasajına girdiler, Selen burada kalacaktı. Dar avlusu tepeden sinen donuk ışıkla ve kahvehanenin sarı ışıklarıyla aydınlatılıyordu. İçerisi tıpkı dışarısı gibi serindi, pasajın bütün kapıları nargile dumanını havalandırmak için açılmıştı. Kahveci onları da buyur etti ancak adama bile bakmadan doğru merdivenlere geçtiler.
Bir daireye vardılar. Caddeyi tepeden izleyen bir balkonu olan sevimli bir daire. İçeriyi fazla incelemeden hemen balkona çıktı, sandalyeye oturup etrafı süzdü. Bu sonsuz hareketliliği ve binaları ölene kadar izleyebilirdi.
Asker yanına geldi.
- İçeriyi gezmediniz?
- Gerek yok, neticede göreceğim.
- Beğeneceğinizi hiç düşünmemiştik. Biraz bakımsız bir daire.
- Ben neler gördüm bir bilsen...
- Neticede yalnızca burayı bulabildik. Gözden uzak, dikkat çekmez. Bir otel ayarlasak epey tehlikeli olabilirdi. Şimdi... Behram beyin emanetini rica edeceğim edeceğim sizden.
Selen yere indirdiği çantasından bir demet simsiyah mektup çıkarttı. Asker de teşekkür ederek elinden aldı ve kendisine yazılmış zarfı açtı. Hızlıca okuduktan sonra da Selen’e Beyoğlu’ndaki gezilmeye değer dükkanları, pasajları ballandıra ballandıra anlattı. Bitirince de istediği bir şey olup olmadığını sordu, cevabı alınca da ayrıldı. Selen nihayet Beyoğlu ile baş başaydı.