Ezilen karın ve rüzgarın sesi dışında hiçbir şey duymuyor, bütün toprağı kapatan kar dışında da hiçbir şey görmüyordu. Ayrıca... Soğuk da çok fenaydı. Kıbrıs’a geldiğinden beri soğuğun ne olduğunu unutmuştu sanki. Kimi zaman kar yağdığını hatırlıyordu Kıbrıs’ta ama... Dizine kadar gelen karın yanında o hiçbir şey değildi.
Soğuk ve kar dert değilmiş gibi arkasında iz bırakmamak zorundaydı. Jandarmalardan, devriyelerden, köylülerden... Neyse ki durmaksızın yağan kar arkasında bıraktığı izi hemen kapatıyordu, tipi de kendisini gizliyordu. Ama yine de olur da bir iki devriyeye denk gelirse ne diyeceğini, ne anlatacağını hiç bilmiyordu.
Nihayet apartmanlar ve köşkler görünmeye başlamıştı. Binaların arasındaki gölgelere saklanarak kumsala indi. Evet, verdikleri tarif doğruydu. Ahşaptan bembeyaz bir ev orada kendisini selamlıyordu. İşte bu gecelik dinlenme yeri... Önce bu evde bir gece kalacaktı, sonra da bir kimlik alıp trenle İstanbul’a gidecekti. Oradan da... Bir şekilde Vesta’ya girecekti, artık nasıl olacağını kendisi de bilmiyordu.
Kuma bata çıka evin kapısına kadar vardı. Bir süre dizlerinin üzerinde hırıltıyla nefeslendi, kapıyı çalacak hali yoktu. Bir anda kapı aralandı, ışık ve sıcak Selen’in yüzüne vurdu. Başını kaldırınca kapının arasından kendisine bakan küt saçlı kadını gördü.
- Siz kimsiniz?
- Selen... Selen Kızılcasöğüt.
Buyur edildi. Titreyerek içeriye girdi ve kendisini sandalyenin üstüne bıraktı. Teninin, nefes aldıkça da içinin ısındığını hissetti. Adı Yosun olan kadınla biraz sohbet etti. Kim olduğunu, nereden geldiğini anlattı fakat İstanbul’a neden geldiğini söyleme konusunda tereddütlü olduğundan o kısmı geçiştirdi.
Ertesi sabahın kahvaltısında evin esas sahibi olan Behram bey geldi. Biraz yaşlıca, hafif lümpen görünümlü ancak Selen’e hemen kendisini ısındırabilmeyi başarmış bir adamdı. Bu adam uzun yıllar postanede memuriyet yapmış, emekli olunca da biriktirdiği paralarla bu taraflarda, Selimpaşa’da, kendisine güzel bir köşk yaptırmıştı. Selen adamın, bu kadar para kazanabilmesi için nüfuzlu bir memur olduğunu tahmin etti ki varsayımı doğru çıktı. Önceleri İstanbul vilayeti baş müdürü olarak görev yapmış, sonra da rütbesi Sulukule amirliğine kadar düşürülmüştü. Ardından emekliliğini isteyip buraya yerleşmişti.
- Neden rütbenizi düşürdüler ki?
- Suçlandım, ispatlayamadılar ama neticede sicilimiz kirlendi.
- Neyle suçlandınız?
- Karagül’e yardım etmekten.
- Ama nasıl?
- Doğrusu o zamanlar Karagül’ü hiç sevmezdim. Kıbrıs’tan gelen bir malın girişine müsaade ettim ve beni bu yüzden Karagül’e yardım etmekle suçladılar. Kim diye soracak olursan... Yerime geçmek isteyenler işte. Yerime başkasını geçirdiler ancak ellerinde kesin delil olmadıkları için bir şey de yapamadılar. Ben de ayrıldım gittim en sonunda.
- Karagül ile olan bağlantınız ne zaman başladı?
Behram bey altın rengi piposundan derin bir nefes çekti. Başını sallayarak cevap verdi.
- Karagül ile bağlantım yok. Refik ile var. Refik’i eskiden beri tanırım. Tabii sen muhtemelen Göksel diye biliyorsundur onu, gerçek ismi o zaten. Ben de ne aptalım. İstanbul’a sık sık gelip gider ve güzel meyhanelere çağırırdı beni. İşte bayağı muhabbetimiz oldu o yüzden, severim kendisini. Ama onu da benim gibi devlet memuru sanardım. Meğer bambaşka bir adammış, Karagül’ün babalarındanmış. İşte en son dedi “Kıbrıs’tan birisini yollayacağım sana, ağırlayabilir misin?”. Ricasını kıramadım tabii ki, neticede Karagülcü de olsa dostumdur.
Selen Yosun’u göz ucuyla süzdü, nedense bir el yüz işareti bekledi ancak kadın sadece tarhanasını içmekle meşguldü. Nedense anlattığı adamın anlattığı hikayeye bir türlü inanmamıştı. Onca yıl insan hiç mi anlamazdı dostunun kim olduğunu? Konuyu değiştirdi.
- Peki İstanbul’a nasıl gideceğim? Bana tren demişlerdi de.
- Ne? Tren mi? Yok. Tren uzaktır buraya kızım. Hiç gereği yok. Selimpaşa iskelesinde bir motor seni alıp Büyükçekmece’ye götürecek, oradan da İstanbul vapuruna binersin. İstanbul’a tahminen iki saatte varırsın.
- İstanbul’da ne yapacağım?
- Karaköy’e kadar inmeyin. Oradan sizi biri ağırlamaya gelecek... Şeyden... Ordu’dan.
- Mavi Ordu’dan mı?
- Evet. Nedenini kendisine sorarsınız. Teslim etmenizi isteyeceğim bazı evraklar var. Dikkat olun, karşı tarafın eline geçmesin.
- Karşı taraf derken?
- Ordu ve yapay zekâ arasında eski bir ihtilaf vardır. Ordu Mavi Devrim’den eskidir, bu yüzden yapay zekâ tarafından komuta edilmez. Ordu uzun zamandan beri Karagül ile müzakere edilmesi taraftarı, yapay zekâ ise bambaşka bir tarafta. Yapay zekâ iki tarafın birbiriyle iletişimde olduğuna dair kesin kanıtlar arıyor ancak şu ana kadar elde edebilmiş değil.
- Anlıyorum. Olur da... Karşı taraftan birisi beni karşılamaya gelirse?
- Çok yüksek bir olasılıkla öyle bir şey olmaz. Sana bir kimlik kartı vereceğiz, çoktan ölmüş bir vatandaşa ait ancak devlete öldüğü bildirilmedi. Bu kimlik kartı geçtiği yerlerde alıcılara iz bırakır ve nerede olduğunu devlet takip eder. Eğer kimliğini yanında taşımazsan Grendel seni tanımak için bir polis yollar.
- Bu kadar basit mi?
- Değil, ancak birisi sana Selen diye hitap ediyorsa güvenebilirsin. Yok eğer Aylin Karasu diye hitap ediyorsa... O seni kartın üzerindeki isimle tanıyor demektir, bizden değildir.
- Peki ya kimliğim deşifre olursa?
- O zaman başının çaresine bakacaksın bir şekilde. Karagül seni korumak için birilerini gönderir ancak çok da şansın yok. Tavsiyem şu ki hanım kızım... Göze batma, gözündeki beyin çipi ışıltısını da mümkün olduğunda kıs. Türkiye’de kimsenin senin gibi eklentileri yoktur. Olur da ihtiyacın olursa İstanbul’da Karagül’den insanların toplandığı bir semt var, Çukurcuma. Beyoğlu ile Cihangir arasında bir bölge. Gider sorarsın nerede olduğunu. Boğazkesen caddesinde “Bakır fırın” diye bir dükkan var, oraya gidip şifreli sözü söylersen sana yardımcı olurlar.
- Şifreli söz nedir peki?
- Bakır kızılı mı daha güzeldir yoksa bakır yeşili mi?
- Kızılı bence... Öbürü küf gibi duruyor ya... Iyy...
Behram bey “Fesüphanallah” çekerek Yosun’a baktı. O da bir şey demedi, sadece omzunu silkti ve tabakları doldurmak için ayağa kalktı.
- Yok kızım... Şifre bu. “Bakır kızılı daha güzeldir yoksa bakır yeşili mi?”. Simitçi de sana “İkisi de Zühre gibidir.” derse anla ki o bizdendir. Bizden olan herkes bu şifreyi bilir, ama Türk Ordusundakiler bilmez.
- Orduya güvenebilirim ama değil mi?
- Evet ama sen yine de fazla açık verme. Mesela Vesta’ya gitmek istediğini falan da söyleme. Geldin, gidiyorsun. Biraz da İstanbul’da geziyorsun. Hepsi bu..
Ardından konu dağıldı ve farklı bir yöne doğru evrildi. Selen İstanbul’u küçükken görmeyi ne kadar istediğini falan anlattı. İstanbul’ta yaşamak için derslerine epey çalıştığını, İstanbul’un Büyük Konstatin’den beri süregelen tarihini gayet iyi araştırdığını da... Ancak sonra Karadeniz’de okudu. Fazla uzamadı laf, gül lokumuyla ikram edilmiş bir Türk kahvesi de içince Selen hazırlandı. Eşyalarının hepsini burada bıraktı ve yanına yalnızca acil lazım olabilecek bir şeyler aldı.
İskeleye kadar olan yolun bir kısmında Yosun ona eşlik etti ancak bir şey konuşmadılar. İnsanların gözden çekildiği bir köşeye geldiklerinde Yosun Selen’in kolundan çekip kulağına fısıldadı:
- Behram’ın Karagülcü değilim dediğine bakmayın, size tam olarak güvenemediğinden lafı öylece çevirdi. Türkiye’de üst kademelerdeki herkesin iyi kötü Karagül ile bir bağlantısı olmuştur ancak Behram bey en başından beri Karagülcüydü ve bu yüzden postanedeki müdüriyetten uzaklaştırıldı. Şimdi beni dikkatlice dinleyin. Sizin Vesta’ya gideceğinizi biliyorum, yol tarifinin nasıl olacağını bilmiyorum ama Vesta’nın bazı muhafızları vardır. Sizi Vesta’ya götürecek olan onlardır. Nerede olduklarını bilmiyorum ama kapıların birisi Sultanahmet’te, diğeri de Sarıyer’de...
- Sultanahmet... Camisi var değil mi oranın?
Yosun kıkırdadı fakat bundan mahcup oldu.
- Özür dilerim ama komik geliyor insana. Evet, Sultanahmet’te iki cami var. Birisi meşhur Ayasofya, diğeri de Sultanahmet camisi. İkisi karşı karşıya bakışırlar. Neden sordunuz?
Selen anlatmak istese de yaşadığını anlatmayı o an zor gördü.
- Bilmiyorum. Kapı da oralarda olmalı sanırım.
- Evet ama tam yeri nerede bilmiyoruz. Bir de Ünye’de var, Kara Melek’in kapısı o da.
- Ünye? Fatsa’nın komşusu olan mı?
- Evet. Kara Melek’in kapısı. Bir de alakalı mı bilmiyorum... Göksel abinin Türkiye sicilinde kütüğü de doğum yeri de Ünye. Ama kendisini doğma büyüme Üsküdarlı tanıtır. Ünye deyince aklıma geldi.
- Kara Melek’in ne olduğunu biliyor musun?
- Evet, Göksel abi kendisi anlatmıştı. Zaten ondan öğrendiklerimi anlatıyorum size. Bu arada... Mavi Ordu’ya fazla güvenmeyin. Cemiyeti biliyor musunuz?
- Bilirim.
- Cemiyet Mavi Ordu’nun her tarafını sarmış ve ne yaptıkları tam olarak belli değil. Size geceyi geçirmek için gösterdikleri yerden hemen ayrılın. Sokakta sabahlayın daha iyidir.
- Neden?
- Sadece... Cemiyetin tapınakla beraber çalıştığına dair bir duyum aldık.
- Onlar Vesta’ya düşman değil miydi? Haliyle Kara Tilki’ye de?
- Bu tarz şeyler sizi hiç kandırmasın. İdeolojileri göstermeliktir. Tek dertleri inanın bana Türkiye’yi avuçlarının içine almaktır.