Işıklı yol yeraltının en bilinen caddelerinden birisiydi. Karagül Devrimi sonrası yeraltındaki hayat ilk burada kurulmuş, sonrasında yeraltı büyüdükçe de bütün yeraltı ticaretinin merkezi olmuştu. Devrim sonrası yeraltında elektriğin verildiği tek yer olduğu için Işıklı yol diye anılmış sonra da yeraltı baştan aşağı ışıklandırılınca bile ismi bu şekilde kalmıştı.
Köşklüçiftlik durağından başlayan bu cadde Lefkoşa’nın dışına doğru uzanırdı ve durağın uzaklığına göre dükkanların çeşidi değişirdi. İstasyon’a en yakın olan kısım neredeyse Doğu Akdeniz’in en işlek çarşısıydı ki bazı günler atacak yer bile zor bulunurdu. Hemen hemen her şeyi çok uygun fiyatlara bulmak mümkündü burada. Hatta bu kısımdaki dükkânlar yetişmediğinden ticaretin ciddi bir kısmını seyyar satıcılar yapıyordu. Bu geniş çarşının sınırı istasyondan biraz uzaklaşınca biterdi. Bu sefer kafeler, lokantalar ve gazinolar belirirdi. Artık iyice sonlara yaklaşınca da gerçek “yeraltı” kendisini gösterirdi. Kargo da caddenin son kısmında yer alıyordu.
Selen caddenin kısmına güçlükle varabilmişti çünkü ameliyatlarda kullanılan kimyasallar tekrar nüksetmişti. Önceleri bunun yalnızca yorgunluk alameti olduğunu düşünüp bir kenara oturdu ancak bunun bambaşka bir tesir olduğunu anlaması çok sürmedi. Doktor onu ayrılmadan önce bu etkiye karşı uyarmıştı... Fakat yine de bununla başa çıkabilirdi, çok da ağır değildi.
Kargo’nun siyah camlarının arasındaki dumanları izledi bir müddet; belki esrardır belki tütün. Sıkı deriden, beyaz ekoseli maskesini buruna çekerek içeri girdi. İçerideki kalabalıktan hemen bunalmıştı. Mekân pek basıktı, loş ışıklarla aydınlatılıyordu ve yalnızca tek şey açıkça görünüyordu; o da Rio'nun tepesindeki Hz. İsa'nın heykeli gibi yükselen silüet. Belki esrar dumanının tesiriyle boş gözleri o silüete uzun süre kitlendi, insanlara lanet yağdıran bir kabile büyücüsüne benzetiyordu onu. Sonra fark etti hareketler belli bir yerden sonra tekrar ediyordu. Peki ama buna niye bu kadar çok takılmıştı? Bu soruyu kendisine sorduğu an zaten kendisine geldiği andı.
Bu sefer dikkati bir sese kaydı. Ne dediği duyulmuyordu bile, sadece sesin yıpranmışlığı ile doldu kafasının içi. O kadar rahatsız olmuştu ki bu sesten, sanki kafa tasının en tepesine damla damla kral suyu dökülüyordu.
Ansızın bir şeylerin değiştiğini fark etti. Hiçbir nesne kalmamış, bütün görüntüler kaybolmuştu. Yalnızca en yakınında siyaha boyanmış puf koltukları gördü. Bıraktı onların üstüne kendisini. Başını arkasına yasladı ve küt küt atan kalbini anlamsız bir tebessümle dinledi. İyice kendisinden geçmiş, bütün kontrolünü kaybetmişti. Buradan kurtulmak istiyor hatta içinden çığlık atmak geçiyor ancak o salak gülümsemesini bozamıyordu.
En sonunda ellerini iki yanına serbestçe bıraktı, kesik kesik inliyordu. Sinir sistemini yağlanmamış bir makineye benzetiyordu şu anda. Onu durdurmak istiyordu ancak elbette ki görevi çalışmak olan bir biyolojik sistemi durdurabilir miydi bilemiyordu. Artık onun gürültüsü dans müziği ile iğrenç bir bulamaça dönüşmüştü. Bu kaotik bulamaç ona sürekli azap veriyordu. Ancak tatlı bir azap, keyif duyulacak türden bir azap... Her şeyi paramparça algılayan zihnindeki tek somut şey kuyruklarını yiyen yılanlar ve ardındaki boşlukta yanan yapraklardı. Aslında onlar yaprak değildi, bizzat önündeki kalabalığın zihnindeki iz düşümüydü.
İyi olmadığı fark edilince etrafına birileri toplanmıştı. Önce kendisine sorular sorulmuş ve o da iyi kötü cevap vermeye verebilmişti. Bu soruyu soran garsonu Selen zihninde alev soluyan bir sihirbaz olarak görüyordu. Sonra esmerliğini fark edince zihninde daha farklı anlamlar uyandı. Tabutluklar, gün ışığı, Afrikalılar... Birkaç hap aldı elinden, sonra da acı mı acı bir kahve uzandı kendine. Kısa sürede kendisini toplamıştı.
Artık zihni temizlenmiş, algısı açılmıştı. Derin nefes alarak etrafını izledi bir müddet. Aldığı haplar onu iyiden iyiye mayıştırdığından uzun bir müddet heykel gibi hiç kıpırdamadan kaldı. Dans eden kadınları ve onların arasında müşteri arayan fahişeleri ve torbacıları izledi. Belki kalkıp onlara katılmalıydı... Belki de onların arasında bir şeyler aramalıydı. Bir kadını gözüne kestirdi, ağzında sürekli bir lolipopu yuvarlayan fahişeyi. Kıpır kıpır, neşeliydi, genç de sayılırdı. Nedense onu kendisine çeken bir şey vardı. Ondan etkilenmişti... Ama şehvet anlamında değil, işine yarayacağını düşündüm. Hemen yanına gitti:
- Selam.
- Eee... Selam?
- Nasıl gidiyor?
- Fena sayılmaz.
- Bana yardımcı olur musun güzellik?
- Ne tarz bir şeymiş bu, güzelllik?
- Hiç... Mustafa Er diye birisini arıyorum.
Kız ağzından lolipopu ağzından çıkarıp başını kaldırdı.
- Ne yapacaksın?
- Nasıl bir adam olduğundan bahset mesela.
- Burası çok gürültülü değil mi? Başım şişti.
Kız Selen’i elinden çekerek kalabalığın arasında sürükledi onu. Göz açıp kapayana kadar karanlık bir koridorda buldu kendini. Ahşaptan beyaz bir kapıyı araladı kız, içeri girmesini söyledi. Duvarlar, perdeler ve yatak kıpkırmızıydı. Ancak dikkatini çeken ilk şey tuvalet masasının üstündeki fantezi oyuncakları oldu. Gözünü alamadı, nedense yadırgamıştı.
- Hoşuna gittiyse dene birisini. Tavsiye istersen eğer... Şu baştakini görüyor musun? Hiç durduğu gibi değil meret.
Selen güldü.
- Yok. Ondan değil. Ben seninle halvet olmaya gelmedim ki? Ne işim var burada?
Kız da güldü.
- Beni yalnızca burada rahat bırakırlar. Sana o adamı anlatırım, ne olursa olsun anlatırım ama bana biraz para ver. Çünkü çok yorgunum ve milletle hiç uğraşasım yok.
- Ne kadar istiyorsun?
- Önce bir yirmi gümüş ver. Odaya giriş parası.
Selen parasına acımadı.
- Şimdi, seni hiç uğraştırmadan onun hakkında bilinmeyen en ince sırları söyleyeceğim. Bir yirmi gümüş daha ver.
- Neden o?
- İstersen verme. Verdiğin paranın miktarına göre alacağın bilginin kalitesi de artar.
- Sen önce kalitesiz bilgiyi söyle de.
Yataktaki kız sırıttı.
- Her sabah muhlama yapar, karabiberini bol koyar üstelik. Ellerini pek yıkamaz, dişlerini fırçalamaz. İkizler burcudur. En çok sevdiği rakam beştir. En sevdiği renk de aynı zamanda turuncudur. Evinde fare besler.
- Hakikatten de kalitesizmiş he.
- Dur dahası var... Her hafta Girne’den Mağosa’ya koşar.
- Oha. Niye o?
- Sporu sevdiği için.
- Bak bücür, yirmi gümüşümü çaldın. Keşke gerçekten de bir şeyler bildiğini kanıtlasan da bende sana istediğin parayı versem...
- Haa... Öyle mi? O zaman çift taraflı casusluk yaptığını söyleyeyim.
Selen bir yirmi gram gümüş daha çıkarttı.
-Güzel... Bu adam Mavi Türkiye adına çalıştığını söyler ama kolpa, kendisi de görebileceğin en kolpacı adam. Türkiye’ye bilgi satar ama bunlar pek kıymet verilmeyecek şeyler. İşte... Kıbrıs’ta insanlar ne yer ne içer bilgileri. Ama şu doğru, mesela Kıbrıs’taki uyuşturucu pazarında satılan malları falan gerçekten de sayıp Türkiye’ye bildirmiştir. Tabii parayı bunlardan almaz, esas Türkiye’nin istediği bilgileri getirdiği takdirde parasını alır. Yine de Türkiye’ye sadık bir adam değildir, çalıştığı başka yerler de var.
- Neymiş bu?
- Yirmi gümüş daha lütfen?
- Kızım soydun soğana çevirdin, bir gümüş verilecek şeye yüz gümüş verdim az önce zaten canım sıkkın.
- Ha ne diyorduk? İşte susamlı şeyleri hiç sevmez, simitten nefret eder neden bilmem. Biraz ucuz zevkleri vardır diyeyim sana, sıradan şeyleri sever. Ama Karadeniz yemeklerine bayılır. Bir Laz böreğine veremeyeceği şey yoktur.
Selen on gümüş çıkarttı.
- Degli.
- Ne değil?
- Degli.
- Degli Liberta'ya mı çalışıyor?
- Ev...
- Ev?
- Ev. Üst tapın da.
- Ne diyorsun be?
- Eksik paraya eksik kelimeler. Tamamını duymak için on gümüş daha lütfen.
Selen “İyi lan” diye on gümüş daha uzattı.
- Degli Liberta’ya da çalışıyor tapınakçılara da... Hatta tapınağın tam bir fanatiğidir diyeyim ben sana, kimi zaman buradaki içkilere virüs katmaya dahi kalkışmıştı da zor tutmuşlardı. Ama ben tapınakçıyım diyecek yürek yok onda. O yüzden tapınakçıyım demeye utanır, Mavi Türkiye’den aşırdığı rozetini göstererek ben Türkiye’ye ajanlık yapıyorum diye palavra sıkar. Dedim ya, herifin her şeyi kolpa. Hatta Karagül’e çalıştığı da olur.
- Sen bu kadar çok şeyi nereden biliyorsun ve bana neden söylüyorsun?
- Aslında burada çalışan herkes bilir. Nedenine gelirsek... Kolay para. Bilirsin, bazen insanlara para lazım olur. Ben de parayı buraya çalışarak toplarım. Şuraya uzanırım ve salaklar daha girmeden boşalır. Sonra da paramı da alırım. Burada o kadar çok takıldım ki sanırım... Bunu söylemek biraz utandırıcı, hepsiyle biraz vakit geçirmişimdir.
- Hiç Karagül hakkında bir şeyler biliyor musun?
- Kulaktan dolma şeyler.
- Mesela Heralga hakkında?
- Son zamanlarda kendisine yapay bir kız yaptırmış diyorlar ama kim olduğunu kimse bilmiyor. İşte şüphelendikleri bir kaç kişi var ama hangisi kimse emin değil.
- Xea olabilir mi?
- Xea mı? O ne?
- Melek de diyorlar ona.
- Melek... Bilmiyorum ya bana ne. Neyse dinliyorsan anlatayım. Karagül liderini öldürttüğü ortaya çıktığından beri Karagül’den dışlanmış son zamanlarında. Türkiye’den bir kesim Heralga’yı kendi tarafına çekmek istiyor ama... Mustafa abilerin çok da sevdiği bir kesim değil bu. Bunun devamında oğlak burcudur, laciverti sever ve en sevdiği sayı sanırım sekizdi.
- Dahası için yirmi gümüş mü?
- Yok, dahasını bilmiyorum.
- İyi bari.
Kızın yüzünde hafif bir gülümseme belirdi.
- Aslında sana bir sır verebilirim. Bir yirmi gümüş daha ver.
- Ne tarz bir sırmış bu?
Selen’in kulağına fısıldadı.
- Mustafa Er’in bilgisayarının şifresini biliyorum.
- Ooo... Beni yemediğin ne malum?
- Şimdiye kadar güvendin de şimdi mi vazgeçtin?
- Evet?
- İşte ben de yay burcuyum, en sevdiğim rakam yedi, lila rengine...
- Lan senin hakkında bir şey merak etmiyorum.
- Sende de... Dur... Akrep misin sen? Bakayım... Valla Akrep, hiç sevmem. Hiç güvenmem akreplere. Bence senin yükseleninden merkürüne akreptir. Öyle sevimsiz bir tipin var.
- Bütün Kıbrıs’a burcunu mu soruyorsun sen?
- En sevdiğin rakam ne?
- Otuz bir. Oldu mu?
- Rakamları toplayınca dört eder. Yani sen evini ve aileni özlüyorsun demek oluyor bu.
- Sana ne?
- Bilgisayarın şifresini istiyor musun?
- Yanımda o kadar gümüş kalmadı, kuruttun kökünü. On gümüş yeterli mi?
- Yarısını söylerim.
- Döverim bak.
- En sevdiğin renk ne?
- Ne yapacaksın Allah aşkına?
- Sen söyle?
- Yeşil. Değişiyor ruh hâlime göre.
- Oh iyi... Ne kadar rahatladım bir bilsen... Tamam on gümüşe razıyım şimdi.
- Manyak mısın sen?
Selen bu esnada kıza on gümüşü uzattı ve kız da Selen’in kulağına şifreyi fısıldadı.
- Güzel... Peki bu bilgisayarı nereden bulacağım?
- Aslında... Onun odasına tek bir şekilde gidebilirsin.
- Nasılmış?
- Arkanı dön.
Arkasını döndü, hiçbir şey yoktu.
- Ha?
- Havalandırmadan gideceksin işte.
Selen tekrar arkasına baktı, havalandırmayı görmüştü fakat gözüne çok küçük görünmüştü.
- Oradan geçebilir miyim sence?
- Bilmem, biraz kilo verirsen geçersin.
- Lan?
- Başka yolun yok.
- Öyle olsun.
- Ben kaçıyorum, eğer bulmak istersen... Dereboyu’na gel. Genelde orada takılırım.
- Peki hangi bilgisayar?
- Artık sen bulursun bir yolunu. Kendisi bilgisayarına uzaktan bağlanıyor genelde.
- Ne yapalım o zaman... Yalnız yanlış söylüyorsan canına okurum ona göre.
- Aman... Ne yanlışım olacak? Yay burcuyum ben.
- Hay burcuna... Neyse git sen.
- Ben gidiyorum, fazla dağıtma buraları sonra laf yiyorum bak.
Selen artık yalnızdı. Havalandırmaya atladı, kendisini sığdırmak için epey uğraştı fakat girdikten sonra o kadar da dar olmadığını anladı. İçinde emekledi. Havalandırmadan renkli sicimler halinde yükselen sisleri görünce duraksadı yine... Ama hemen kendisini topladı çünkü üzerinde dönen pervane bütün vücudunu buz gibi etmişti. Devam etti ve deliklerden sağı solu inceledi. İlk pencerede insanların dans ettiği alan vardı. Biraz daha emekledikten sonra buraya özel çalışan fahişelerin seviştikleri yeri gördü. Havalandırma deliklerinde biraz daha dolaştıktan sonra bir ofis dikkatini çekti. “Ünye hatırası” yazılı bir minik kilim... Ünye... Terme’den geçince Fatsa’ya gelmeden... Galiba adam Ünyeliydi, Ünyeli olmasa bile Karadenizli olduğuna emindi. Hemen içeriye atladı, odadaki bilgisayarın şifresini girdi ve şifre doğruydu. Hızlıca belgeleri karıştırdı, mesajları inceledi, dosyaları gördü. Merihle ilgili bir yazıya denk geldi, sistemin bir köşesine kaydedilip bırakılmıştı yakın zamanda.
“Merih iyi. Hali çok fenaydı, her şeyi bana güzelce anlattı. Tapınağın elinden kaçmış, ancak sonrasında da Kerim abiye gelmişti. Aslında onu ben kurtardım, Kerim abiye satılmasını tavsiye ederek aslında onu kurtardım. Biraz dinlendi ve güzelce yedirip içirdim onu. Sonra kendisine gelince hemen Kıbrıs’tan ayrıldı. Son sözleri hâlâ aklımda... “Kıbrıs’ı çok seviyorum, atalarımın yaşadığı bu yerden ayrılmak bana ölüm gibi geliyor. Ama... Gitmeliyim, bu ada beni istemiyor.” Adadan ayrıldı, nereye gittiğini de söylemedi. Kimseyle de vedalaşmadı çünkü tapınaktan korkuyordu. Tapınak davasında haklı ama... Hepsi sığırın teki. Keşke Merih’in nerede olduğunu bilsem... Onu çok seviyorum.”
Selen Ece’ye bağlandı.
- Hey... Baksana şu mesaja.
- İzin ver bakayım...
Ece kendisinden beklemeyeceği bir tizlikte çığlık attı:
- Haspama bak haspama!
- Ne oldu?
- Haber vermemiş. İnsan öldüm kaldım bir şey der be... Biz de üzülüyoruz kızın başına ne geldi diye. Merih senin Allah belanı versin!
Ece gürültüyle nefes alıp verirken sordu:
- Nasıl buldun bunu?
- Kolay. Mustafa Er diye birisi yardım etmiş Merih’e. Bahsettiği köle tüccarını da birazcık patakladım tabii. Öyle öyle bulmuş oldum.
- Selen... Sana çok teşekkür ederim. Merih benim için çok önemliydi. O yıllarca kültümüze sadık kaldı ve başına gelenlerden kendimi suçluyordum. Haber vermeyi uygun görmemiş demek... Her neyse, boş verelim o salağı. Üzerimden büyük bir yükü aldın. Kendini ispatladığına göre Merih’in yerine kültümüze katılabilirsin.
- Şimdi mi?
- Hayır. Seni külte davet edecek olan da ben değilim zaten. Kara Melek... Onu bulacaksın, Vesta’da. Xea da orada. Vesta’ya gideceksin. Bu yolda tapınak sana engel olacak, bu yüzden her şeye karşı hazırlıklı ol. Xea’nın varlığı hakkında... Karagül ağı içinden Vesta’ya bir ağ var. Eğer ona ulaşırsanız Xea’nın Vesta’daki varlığını teyit edersiniz. Size ağın içerisindeki adresi atacağım, ama bana bir söz ver.
- Neymiş o söz?
- Asla ama asla Heralga’ya kültten bahsetme. Denge için. Yani dengeyi boş versen bile beni biraz olsun seviyorsan bunlardan bahsetme.
- Neden?
- Heralga aslında dengenin farkında. Ancak dengenin parçası olması için dengeyi yok edici bir yön taşıması gerekir. İki yok edici kutup nihayetinde dengeyi oluşturur.
- Yaaani?
- Eğer Heralga’nın böyle bir şeyden haberi olursa... Bizi düşman olarak görecek ve hiç çekinmeden bizi ortadan kaldıracaktır. Senin babanın başına gelen şeyin aynısı... Ailemden bir kişi bile kalmayacak, belki beni de öldürür. Bana senin yaşadığın şeylerin aynısını yaşatmak istemiyorsan Kült’ü Heralga’ya bahsetme. Zaten o anlamaz, anlamaması gerekiyor.
- Tamam için rahat olsun. Benden bir sır çıkmaz.
- Şimdi yoluna dön bakalım.
Bağlantı kapandı ve Selen de bilgisayarın soketlerini çıkarttı. Havalandırmanın içerisinden bir tuvalet kabinine çıktı. Ağır adımlarla podyuma yürüdü ve kapıyı biraz araladıktan sonra yüzüne vuran dumanı iyice içine çekti. Farklı bir dumandı bu, esrara hiç benzemiyordu. Podyumda baygın olan insanları gördükçe tedirgin oldu. Ayılmak için aldığı ilaçlardan olsa gerek hemen kendisine gelmişti. Yoksa onun orada uzananlardan hiçbir farkı olmazdı.
Kapıdan çıkınca ne olduğunu anlayamadan bir adam onun boğazından sıkı sıkıya tuttu. Adam hemen ardından Selen’i duvara çarpınca kızın burnundan şelale gibi kanlar da akmaya başladı. Karşısında tam bir izbandut vardı ve daha eklentileri tam oturmamışken o izbanduta karşı koyması çok zordu.
- Selen Kızılcasöğüt, doğru mu?
Karşılık vermedi.
- Ne yaptığını zannediyordun?
Selen adamın karnına epey sert bir yumruk savurdu ve adam acıyla inledi fakat Selen elinden kaçamadı. Sinirden boğazını daha da hiddetli tutmaya başladı bu sefer.
- Bilgisayarın ön kamerasını düşünemedin, aptal?
Selen öksürdü. Adama boğuk bir sesle mırıldandı:
- Boğuluyorum.
Adam zaten güçsüz düşen Selen’i bıraktı, yere yatırdı ve kaçmaması için ayağını karnının üstüne koydu. Durmadan konuştu, bir şeyler söyledi. Adam ne derse desin, Selen'in değil bunları düşünecek, gözlerini açacak hâli bile kalmamıştı. Adam da Selen'in ona karşı kayıtsızlığını gördükçe dikkatini çekmek için karnına basıyordu, tekmeliyordu ya da silahla onu korkutuyordu.
En nihayetinde adam kendisini iyice kaptırmışken Heralga belirdi. Bileklerini birbirine dayamıştı ve ellerindeki iki pistolu da çapraz tutuyordu. Protez elleri kenetlendi birbirine, sürekli birisi üste öbürü alta geçecek şekilde ateş etti. Bu sayede adamın kafasına iki saniyede dokuz kurşun isabet ettirmişti.
Adam yere devrilirken Heralga Selen’in yanına geldi. Elini Selen'e uzattı ve ayağa kalkmasına yardım etti. Kadın dengesini sağlayamadığından Heralga'nın kucağına düştü. Titriyordu. Birkaç dakika kendisini toplaması için yeterliydi fakat şu an tek hissettiği şey acıydı.
- Sen iyi misin?
- Değilim. Sen nasıl geldin?
- İşletim sistemine acil durumlarda bana ulaşması için bir kod yerleştirmiştim. Pek hoşuna gitmez diye söylememiştim ama faydası oldu.
Selen kendisini topladı, Heralga’dan destek alarak ayağa kalktı.
- Ölecektim lan... Tetiği çekecekti ve sonra son durak Uzunharmanlar... Beni öldürecekti... Azrail sıkıldı adamın konuşmasından da onun canını aldı.
- Seni öldürmeye niyeti yoktu. Muhtemelen bir saat sonra kendini köle pazarında bulurdun.
- Valla, ucuz kurtuldum.
- Yine de ben satın alırdım seni.
- Kölen ederdin beni yani?
- Öyle değil yahu.
- Aman! Sağ ol... Şimdi ne yapıyoruz?
- Basit. İlk önce güzel dinlenirsin ofisimde. Kıyafetleri değiştirirsin.
- Biliyor musun? Uzun zaman sonra ilk defa böyle sağlam dayak yedim. Özlemişim valla. Arada bir denemeliyim, iyi oluyor.
- Sen ciddi misin?
- Yani evet... Çoğunlukla uyuşturucu atıp öyle çıkardım yağmaya. Ne hissettiğimi bilmezdim bile, sadece bıçaklarla adamın üstüne koşardım ve... Galiba ben kafayı sıyırdım. Ama valla arada bir yapalım. Oh bütün uyuşukluğum geçti gitti.