Balıkesir, tepeden şöyle bir bakılsa Mesarya’nın sıradan bir köyüne benzerdi. İçindeki hareketlilikten haberi olmayan geçerken uğramazdı bile. Ne vardı ki zaten? Hepi topu etrafı sarı tarlalarla ve gösterişsiz evlerle dolu bir Kıbrıs köyü... Ama işte, önce Ercan havalimanı sonra da Tüccarlar Loncası köyü öyle bir hale getirmişti ki iki dakika oturup gelen gideni izlemek bile Selen’in başını döndürmüştü.

Bir de bu köyün altına kazılmış bir yeraltı vardı, daha güvenli olduğu için tüccarlar burada yaşamayı tercih ediyordu. Bu yeraltı Lefke’den Mağusa’ya uzanan ana yeraltı gibi karanlık ve boğuk değildi. Rengarenk bitkilerle süslenmiş, tavanda açılan deliklerden sızan gün ışığı ile aydınlatılmıştı.

Bu köyde ikamet edenlerin en büyük övüncü gün yeraltında yetiştirdikleri limon ağacıdır ki köye her uğrayana öyle ya da böyle bu limon ağacını gösterirlerdi. Sahiden de övülecek bir ağaçtı. Tavandan sızan hüzmenin altında yaprakları altın iplikten dantellere benzerdi, dolunayın altında ise yaprakları duvak, zerrin meyveleri de inci gibi görünürdü.

Bu ağacın güzelliğini esas ortaya çıkaran şey ise dibine kurdukları kahvehaneydi. Bu çevrede gidecek pek yer olmadığından çoğunluk bu kahvehaneye toplanır, ağacın dallarını izlerdi. Kahvesi de pek lezzetliydi. Kahvenin sırrı da şuydu, kahve kavrulduktan sonra iki gün limon ve akasya yapraklarıyla saklanırdı ki bu iki bitkinin kokusunu kendi içine çekerdi.

Selen de biraz insanların ağzını aramak üzere bu kahvehanede bir köşeye oturdu. Hemen kahve söyledi ve kendisine en yakında oturan köylüye Merih’i sordu. Tabii Merih'i bilmiyorlardı ancak hemen tatlı bir dille ona bu işlerle kimin uğraştığını, hangi evde kaldığını anlattılar ve evini tarif ettiler. Zaten ev öyle gösterişliymiş ki, biraz dolaştı mı hemen fark edermiş. Ama işte bu tarifi veren köylü aynı zamanda şunları da ekledi:

Selen de ağız yoklamak için muhabbeti sürdürmeye çalıştı:

Selen bu muhabbetin sonunun olmadığını anlayınca teşekkür edip kahvehaneden ayrıldı. Hemen Kerim denen tüccarın evini buldu. Dedikleri kadar süslüydü sahiden de... Ancak süslerine yakışmayacak kadar çok sıkı bir şekilde korunuyordu. Akasya desenli duvarlarının tepesine elektrikli teller yerleştirilmiş, ince işçilikli çatısı da kameralarla donatılmıştı.

Muhtemelen evi içi bir dünya tuzakla dolu olacağı için evin içinde pek fazla dolaşmaması daha iyi olurdu. Kerim bey her neredeyse onu dışarı çekmesi, bir bahaneyle evinden tek başına uzaklaştırması gerekirdi. Peki nasıl? İnsan ancak güveneceği birisiyle uzaklaşmaya razı olurdu ki Selen’in de çok güvenilecek bir hâli yoktu. O zaman araya başka birisi sokacaktı. Kim olabilirdi? Loncadan birisini tanıyor muydu? Hayır. Tüccarlar Loncası ile arası iyi olan birisini tanıyor muydu? Bir iki kişi ama onlarla da çok samimi değildi. Peki ya Tüccarlar Loncasına söz geçirebilecek birisi... Aslında Heralga’yı devreye sokabilirdi.

Heralga’ya ulaştı ve adamı bir şekilde dışarı çıkarmasını rica etti. Birkaç dakika sonra sokak kapısını aralayan bir adam belirmişti. Uzun boylu, sıska ve esmer bir adamdı bu. Üzerinde güzel bir kumaştan dikilmiş pahalı bir kıyafeti vardı. Muhtemelen Kerim ağa o olmalıydı. Seslendi:

Seslenir seslenmez yanına vardı ve nezaketle sordu:

İçinden adama küfretti ama belli etmedi.

Bir süredir ağzında çevirdiği sakızın tadı iyice kaçmıştı, onu uzağa tükürdü. Ki bu pek de şık bir hareket değildi, zaten niyeti de şık olmak değildi:

Adam arkasına dönüp eve gidecekken Selen sertçe adamın elinden tuttu.

Selen hemen avcunda hazırda beklettiği maddeyi adama koklattı ve omzuna atıp hemen oradan uzaklaştı. Kerim’in bahsettiği adamlar gerçekten de toplanmıştı ancak onlar gelesiye Selen kaybolmuştu. O esnada Heralga da Selen’e bağlandı.

Heralga cevap vermeden bağlantıyı kapatınca morali bozuldu ama doğru olanı yaptığını düşünüyordu. Bir harabeye varmıştı üstelik. Sinyal boğucuyu çalıştırdı ve adamı da çantasından çıkardığı zincirlerle bağladı. Sonrasında da başka bir maddeyi koklatarak adamı uyandırdı.

Tüccar gözlerini zorlukla açtı ve kendisini tepeden aşağıya izleyen Selen'e baktı. Geniş geniş esnedi, başı ağrıyordu.

Selen daha anlatmaya başlarken kendi kendisini kıkırdayarak böldü, ne dediği de anlaşılmadan fıkrayı kahkahalarla bitirdi. Hatta uzun bir süre de gülmeye devam etti. Adam Selen'in sürekli gülüp durmasından hiçbir şey anlamadı. Zaten basit bir Karadeniz fıkrası gibi geliyordu kulağa.

Adam gülünce de Selen’in içinden öldüresiyle adamı tekmelemek geçti ama kendisini tuttu.

Cebinden süslü bir çakı çıkarttı.

Selen "çakış"ının ucunu adamın kolunda biraz gezdirdi ve istemeden de olsa bir noktayı delmişti.

Selen sinirle adamın kafasına bir yumruk salladı.

Selen sinyal boğucuyu kapattı.

Adam kendisinden istenildiği gibi olayın bir yanlış anlaşılma olduğunu söyledi ve Selen de adamın zincirlerini çözdü. Artık özgürdü, ardına bile bakmadan oradan kaçtı. Sonra Heralga’ya bağlandı ama Heralga ondan hızlı lafa girdi.

Heralga bağlantıyı kapattığı zaman adamın gittiği yolu gözledi bir müddet. Kölelik... Bu konuyu düşünmeyi sevmezdi. Kıbrıs'a ilk geldiği zamanlar bir hayvan gibi avlanmış ve seks köleliğine zorlanmıştı. Üç yıl. Üç koca yıl. Üç yıl işkence yapsalar bu kadar yıpranmaz, bir hücreye hapseseler bu kadar bunalmazdı. Sırf parası var diye istemediği adamlarla yatmaktan Kıbrıs'ın zenginlerinden tiksinmişti.

Ama işin yorucu olan kısmı seks değildi. Aslında bu kısım, pekâlâ hoş partnerlerle beraber olduğu zaman epey keyifli de oluyordu. Kölelik, salt zorlama ile gelmiyordu. Salt zorlamanın sonu ya kaçış ya da intihardı. Kölelikte tam bir duygusal dominasyon vardır, kişiler kontrol altındadır ve sahip baskıcı birisi olarak değil kutsanacak birisi olarak zihin tiyatrosunda yerini alır. İşin bağlamı bile sahipten nefret etmeye yeterliyken uzun süren dominasyon sonucunda köle, efendisini iyice zihninde kutsallaştırır.

İncelikle örülmüş baskı teknikleri neticesinde Selen, bu işe kendisini adamıştı. Sahibini seviyordu, işini seviyordu, partnerlerini seviyordu. Kendisini bulduğunu düşünüyordu ve yaratıcıydı da. Kendisini bir erotizm mühendisi olarak görüyordu ve parlak fikirlerini erotik gösterilerde hiç çekinmeden uyguluyordu. Kıbrıs'ın çok arzulanan kadını olabilirdi, buna her yönden müsaitti. Bedenine iyi bakıyordu, her güzel kadında olmayan yaramazca bir aurası vardı ve zihni buna çalışıyordu.

Ancak mutlu değildi. Yani övülmeyi seviyordu, insanları etkilemeyi seviyordu, sahibini putlaştırdığı gibi kendisinin de putlaştırılmasını seviyordu. Peki bunlar onu tatmin edebiliyor muydu? Hayır. Daha fazlasına saplanmıştı. Çünkü berbat bir hayat yaşıyordu, aşağılık bir hâldeydi ve bunu özümsememişti.

Bir gün, sahibinin karşısına çıplak bir şekilde çıktı ve dileğini belirtti:

Bir kölenin efendisine çıkış bunları söylemesi elbette tuhaftı. Kölelikten korkanlar kendi başına yaşamak ister. Ancak köle, buna cesaret edemeyeceği için köledir. Selen çoktan köleleşmişti ve direnci çoktan kırılmıştı. Ancak şu an... Bunları söylemesi efendisinin ağırına gitmişti. Bu kişiler kölelerine kadar olabildiğince hassastır ve onları gerçekten önemserler. Köleleriyle kurdukları sapkın bağlantıların neticesinde onları kaybetmek onları epey sarsar.

Bu cevap Selen'i şaşırtmıştı. Evet, bunca şeyden sonra artık istemesi yeterliydi. Vedalaştılar ve bu pek dramatik bir vedalaşma oldu. Ayrılırken ne yaptığını defalarca sorguladı ve kendisini ihanet etmiş gibi hissetti. Ama şimdi düşününce... O pisliğin adresine gidip boğazına yapışmamak için kendisini zor tutuyordu. Her şey bir sömürüydü. Ve iyi ki oradan ayrılmıştı.

Selen'in oradan ayrıldıktan sonra ne romantik ne de cinsel bir ilişkisi oldu. Bazen tabutluklarda uzanırken aklına pek çok yaramazlık geliyordu ve bir fetiş nesnesi olduğunun hayalini kuruyordu. Ancak... Bunu pratiğe dökmek için yeterli cesareti de yoktu. O karanlık günleri geri dönmekten epey korkuyordu, mümkün olmasa da.