Klinikten dışarı çıktığı zaman hâlen zihni tamamen açılmamıştı. Aniden beliren uyarıcıların ve uyuşturucuların tesiri öyle kuvvetliydi ki, en az yarım saat daha ani halüsinasyonlar görmeye devam etti. Tekrarlayan işkenceler, hızlı mekân değişimleri, deforme olmuşluk hissi.... Bir süre kabus gibi çöktü üzerine.

Hantal adımlarla yeraltının ıssızlığa terk edilmiş köşelerine yürümüştü. Yolun sonunda uzun bir platformun tam üzerindeydi. Her adım attığında karanlık biraz daha bastırıyor, nereden dağıldığını anlayamadığı sis yüzünden görüş açısı biraz daha kapanıyordu. Üstelik epey de soğuktu. Ece onu kalın giyinmesi konusunda uyarmıştı, o da en kalın kıyafetlerini giymişti ama ne çare. Bütün giyecekleri taşıması kolay, hafif ve naylon iplikten kıyafetlerdi. Üstünde kalın diyebileceği tek şey, yeşil ekose desenli yarım bir ceketti.

İki platformun kesiştiği dört yol ağzında Ece’yi gördü. Başta sislerin arasında beliren silik bir silüetti, yaklaştıkça vücudunun parçaları belirdi. Üzerinde siyah kadife bir kaftan vardı, ufak adımlarla ve yere bakarak geliyordu. Tepeden bakan bir kişi iki zıt kutbun karşı karşıya geldiğini düşünürdü. Selen sanki bir dövüş ringine çıkackamış gibi başı dimdik, göğsü yukarıdaydı. Hâli tavrı aynı olsa da kıyafeti bile farklıydı. O parlak renkli dikenlerle süslenmiş maskesi, iç gıdıklayan elbisesi ve salaşça toplanmış sarı saçlarıyla Selen onu izleyenlere bambaşka bir enerji veriyordu. Ece kalabalığın arasında kaybolmak istiyordu, Selen ise kendisinin ne kadar güçlü ve canlı olduğunu insanların gözüne sokmak istiyordu adeta.

Sadece görünüşleri değil, kişilikleri de zıttı. Selen’in mizacı Ece’yle kıyaslandığı zaman daha öfkeli, hırçın ve arzuluydu. Dünyaya dair istekleri, hevesleri vardı ve buna engel olanlara karşı her şeyi yapmaya hazırdı. Yok ediciydi, başkalarını yok ettiği gibi kendisini de yok etmişti. Hayat denen ırmakta tutunabilmek için buna ihtiyacı olmuştu. Çünkü kendisini tekrar inşa etmesi gerekiyordu. Kendisini yok edip tekrardan var etmesi gerekmişti.

Ece öyle değildi, Ece erken yaşlardan itibaren yüksek prensiplere ve ideallere göre yetiştirilmişti. Madde zevklere doymuş, gerekirse maneviyat için bütün maddiyatını feda etmeyi hazırdı. Çünkü o bir cennetteydi ve bir gün ona bu cenneti sunanlara diyetini bir şekilde ödeyecekti.

Ve dar, uzun bir platformun tepesinde iki kadın en nihayetinde yüz yüze geldiler. Birbirlerini tanımaya karşı kuvvetli arzuları vardı ancak o kadar yabancılardı birbirleriyle nasıl iletişim kurabilirlerdi bunu bile bilmiyorlardı. Sorun konuştukları dil, şive vs değildi. Sorun, birbirleri ile tamamen alakasız enerjilerden beslenmiş olmalarından ötürü geliyordu. Ancak Selen gibiler için böyle şeyler önemli değildir. Onlar başkalarına ayak uydurmaz, kendilerine ayak uydururlar. Lafa girdi:

Ece, bu hızlı ve doğrudan soru karşısında anlamıştı ki bu kadında nezaketin "n"si yoktu. Buna kızmadı, etrafı kibarlık budalaları ile dolu olduğu için bunu farklı buldu. Kendisi de onun akışında konuşmaya karar verdi:

Gözden uzak bir yer... Selen'in zihin lügatında böyle yerler tanımlanıyordu: "İtin öldüğü yer", "Allah'ın unuttuğu yer", "Belanın harman olduğu yer". Issızlığı hiç sevmezdi. Kalabalık güvende olmak demekti, kimse size kalabalığın ortasında saldıramazdı. Etrafı şöyle bir süzdü, içine ürperti geldi. Üzerinde bastığı platformun altında makineler katı vardı, yani yeraltının dibinin dibi. Yeraltının hapishane olarak kullanıldığı günlerde bütün yeraltının enerjisini, üretimini sağlayan makineler orada bulunuyordu. Karagül'ün kurulmasından sonra atıl bırakılmıştı çünkü kaynakların o kadar da bol bulunmadığı bu sömürülmüş adada bu makineleri çalıştırmak pek de kârlı değildi.

Selen'in konuşması hızlıydı. Ama bu hız ağzından sesleri çıkartmanın hızı değildi, bu açıdan yavaş sayılırdı. Hız, konuşmanın bağlamı içerisinde herhangi bir geçiş hazırlamadan geçmesinin hızıydı. Bu Ece'nin ufaktan da olsa hoşuna gitmişti.

O an bakışlarını kaba makinelerden Ece'nin gözlerine çevirdi. İşte dikkatini çekmişti:

Ece'ye doğru bir adım attı ve parmağının ucuyla kadının köprücük kemiğine meydan okurcasına bastırdı.

Ece Selen'den korkması gerektiğini hiç düşünmemişti ancak karşısında öyle bir enerji veriyordu ki ters bir anda fırlatılabileceğini o an fark etti. Bir adım geri attı.

Selen'in kaşları daha da çatılınca Ece kendisini açıklama gereği duydu:

Alaycı bir tonda söylemişti bunu. Arkasına dönüp gitmeye karar vermişti ki, bedenini tam çevirdiği sırada Ece onu bir noktadan yakalamıştı.

Duraksadı, uçları yeşile boyanmış göz kapakları bir anlığına titredi:

Selen'in içinde geçmişe dair yaşadıklarının öfkesi belirdi, sanki bunu o an telafi edebilecekmiş gibi Ece'ye bağırmaya başladı.

Grendel, Türkiye'nin yöneten tek yapay zeka idi. Cemiyetin amacı da o yapay zekayı ortadan kaldırmaktı. Bunu ikisi de biliyordu.

İçinden onu o an boğazlamak gelse de kaskatı durdu bir süre. Ama karşısındaki sadece bir elçi idi. Ona acıdığından değil, ama onu âlâkasız olduğu şeyden ötürü cezalandıramazdı. Ece öyle ya da böyle, bizzat onun durumundaydı. Kendisine yapılan haksızlığı başkasına yansıtamazdı. Bu onu adalet isteryen adaletsiz birisi yapardı. Bu zaten dünyanın bütün keyfini almış sülükleri fentanille bombalamak gibi bir şey değildi. Kendi adaletinin temeli tutarlılık üzerine inşa olmuştu. Ama hisleri o derece keskin, o derece baskındı ki bu adaleti sağlayabilmek için kendisine karşı büyük bir savaş veriyordu. En sonunda iç gerilimi gözlerini yaşattı ve bunu saklamak için elini gözlerine götürdü.

Selen konunun dışına çıktığının farkındaydı, ama bunları Ece'nin yüzüne söylemek ve içinde birikenleri kusmak istiyordu.

Selen'in içindeki o kasvet bu sözlerle dağılıverdi. Ece konuşmaya devam ederken alt dudağını farkında olmadan ısırmış ve ıslak gözlerle yüzüne takılmıştı.

Selen'in içini coşku sarmış olsa da yine de içinde şüpheleri vardı. Bunu yapıp yapmamak konusunda uzunca bir süre düşündü, sonra kendi kendisine mırıldanmaya başladı:

Ve daha hiçbir şey demeden arkasına dönüp Köşklüçiftlik istasyonuna doğru yol aldı. O ince platformun üzerinde yürürken Ece onu inceledi bir süre. Selen'in öyle ya da böyle nefes kesici birisi olduğunu düşünüyordu, farkında olmasa da. Yaşadıkları onu bambaşka boyutlara taşımış ve cennette hizmerkâr olacağına da cehennemde hükmeden olmuştu. Bunun dersi hiçbir okulda verilmez, hiçbir kitapta yazılmazdı. Prensiplerden, kalıplardan ve tabulardan sıyrılmanın yolu bir şeyleri tecrübe etmekten geçerdi. Ancak onun gibi insanlar kuralları koyabilirdi. Çünkü erdem denen düşünce nesnesinin "zarar vermemek"ten çok daha ileri olduğunun idrakına varmıştı onun gibiler. Onların zararı, cerrahın neşteri kullanması gibi şifa içindir.