Veritabanını inceledikleri zaman kayda değer kıymetli bir veriye denk gelmediler. Merih’in ağdaki mesajları gayet sıradan, hiç ilgi çekmeyen basit mesajlardı. Ancak ki ayrıldıktan sonra Merih’ten defalarca söz edilmiş, çifte ajanlığı mümkünse ondan her söz edildiğinde vurgulanmıştı. En sonunda “cezalandırıldığı” söz ediliyordu ama cezalandırma cezalandırmadan kasıt neydi pek açık değildi. Öldürülmüş müydü? Belki. O zaman doğrudan “Öldürüldü!” diye bahsedilmesi gerekir ki bir başka çifte ajanın öldürüldüğü aleni söylenmişti. Peki ya Merih’e sahiden öldürülmüş müydü?
Hamza ile vedalaşıp ondan ayrılınca kafasında binbir soruyla Mağusa sokaklarında yürüdü. Şu Ece denen kız... Aklına takıldı. Onu bulsa bir şeyler öğrenebilirdi. Mesela Heralga’ya neden kendisini tavsiye ettiğini ısrarla öğrenmek istiyordu. Ne alakası vardı ki onun bu işle? Tanınmış bir dedektif falan değildi. Heralga’nın adının Karagül’de kötüye çıktığını biliyordu, yani kendisinin bir Karagül askerinin yerine seçilmesi biraz biraz anlaşılabilirdi. Ama sokakta onca dedektif varken neden bir yağmacıyı seçmişlerdi ki?
Kliniğin olduğu tarafa gitmeden önce biraz dolaştı. Yeryüzüne çıktı, biraz vakit öldürdü ve Gülseren sahiline inip tanıdık var mı biraz bakındı. Soğuk rüzgardan ötürü olsa gerek kimse kalmamıştı, sadece bir kaç tapınakçı hep bir ağızdan bir marş tutturmuş dolaşıyorlardı.
“İnsanlar dolaşıyor Eminönü’de. İnsanlar işlerine gidiyor, İnsanlar okullarına gidiyor, İnsanlar... Her yerde! Bir çöp konteynırının başında, Otobüs duraklarında, Yeraltında, Robotlaşmış yüzler var! Pan artık terk etti sokakları. Artık yalnızca kaos var, yalnızca karmaşa var, İnsanları kurma oyuncaklara çeviren!”
Onlara yanaşmadı, uzaktan uzaktan onlara bakmadan uzaklaştı. Merih hakkında soru sormayı düşünmüş olsa da... Kıbrıs’ta bir tek şu tapınakçılardan çekinirdi. İdeolojilerini ve felsefelerini zaten sevmezdi de hareketleri, tavırları gerçekten de garipti. Bakışlarından düşünüşlerine kadar her şeyleri bulanıklaşmış ve benlikleri ise idare edilmesi zor tek bir kolektif kimliğe dönüşmüştü. Daha onların ideoloji ve felsefelerinden haberi yokken bile bu kolektif deliliğin bir parçası olmaması gerektiğini daha Kıbrıs’taki ilk zamanlarından anlamıştı.
Yoluna devam etti ve Suriçi’ne girdi. Yağmalanmış bir Orta Çağ şehrine benzetirdi burayı, akşamları da bu yönü iyice kendisini gösterirdi. Dilenciler... Çöpçüler... Tanıyanlar hemen Selen’i selamladı. Bir çoğu bilirdi bu kadını; bu taraflara uğradığında hemen yanaşıp sohbet ederler ve bir şeye ihtiyacı olup olmadığını sorarlardı. Köleliğinden ilk kaçtığı zamanlar onlardan yardım görmüş, hatta “Tekke” ismiyle anılan bir dilenci grubu ile de bu zaman tanışmıştı.
Biraz sohbet etti ama çok da vakit yemedi onlarla. Kliniği daha bekletmemeliydi. Klinik biraz ileride, Maraş’ın girişindeydi. Varmış sayılırdı. Buraya “Yasak yer” denilir, yokmuş gibi davranılırdı. Buranın yerlisinin yabancı sevmez yabani tavırları vardı, eskisi kadar olmasa da. Bu mafya eskisi insanlara adres sorsalar cevaplamazlar, yardım dilenseler bakmazlardı. Rus olduklarını söylerlerdi ama adaya gelen Ruslar’a dahi sahip çıkmazlardı.
Bu garip topluluğun Kıbrıs’a neden yerleştiğini de kimse bilmezdi. Sadece söylentiler vardı. Kimisi onların Yeni Rus Devriminde kovulduklarını ve Anarşist bölgelere dağıldıklarını söylerdi. Kimisi de bu hikayeyi biraz daha değiştirerek anlatırdı; bu topluluk yıkılmış Rus devleti için yasa dışı tıbbi deneyler gerçekleştirmekteydi ve Rusya’daki Mavi devrimden sonra ifşa olunca kovulmuşlardı. Anarşist dünyada deneylerine devam edince Karagül tarafından Kıbrıs’a davet edilmişlerdi ve burada Karagül için çalışmaya başlamışlardı. Bir nebze gerçeklik payı da vardı bu söylentinin, mesela Karagül’ün bu kişilere hastalıkların yayılmasını engellemek ve tedavilerini bulmaları için ciddi bir ödeme yaptığı biliniyordu.
Maraş’ın Rusları gerçekten de tıpta ve siborg ekipmanlarında işinin ehliydir. Dünya çapında tanınmış doktorları toplarlar ve ada içerisinde kan ile organ ticaretini yürütürler. Mesela ki Selen’in doktoru Hollandalı bir profesördü, hastasını kasten öldürmekle suçlandığından Anarşist topraklara kaçmıştı.
Kliniğe vardı. Heralga’nın tarif ettiği lacivert, ufak kare tabelayı fark etmeseydi belki önünden defalarca geçse de bulamayacaktı. Metal kapıya sertçe bir yumruk attı, bir kaç dakika kapının kuzguncuğu açıldı ve yorgun iki çift mavi göz göründü:
- Kimsiniz siz?
- Selen Kızılcasöğüt.
Kapı açıldı ve uzun boylu sarışın adam ona kendisini takip etmesini istedi. Adamın saçları darmadağınıktı ve üzerinde eski bir kıyafet vardı. Uykudan uyanmışa benziyordu. En sonunda mavi ışıklarla aydınlatılmış bir odaya çıktılar. Bir kliniğe dekorasyonu göre gayet güzeldi. Tam ortada Rahibe Kassia’ya atfedilmiş bir heykel vardı ve etrafında rengarenk çiçeklerle ameliyathaneleri izleyen sandalyeler vardı.
Heralga da o sandalyelerden birisine oturmuş Selen’i izliyordu.
- Hoş geldin.
- Bekletmedim umarım?
- Ben de yeni geldim. Otur hadi.
Selen Heralga'nın yanına derin bir iç çekerek oturdu. Ne yorulmuştu ama... Onun Heralga gibi dur durak dinlemeden koşacak bacak protezleri yoktu, yalnızca kas eklentileri vardı. Protezler çok pahalıydı, üstelik çok askeri görünüyorlardı. Bu algının tarihi de Cryogenic’in yeni nesil protezleri tanıttığı zamana kadar uzanırdı; protezler askeri bir icat gibi tanıtılmış ve kültürde de bu şekilde kabul görmüştü.
- Şu donanım meselesi de epey kazık çıktı.
- Ne kazığı?
- Piyasa nedense son zamanlarda çok pahalı.
- Neden peki?
- Onu ben bilmem. İşte işimizi görmen için biraz fedakârlık yaptık. Bir iki parça Cryogenic’ten. Doktor da onu istedi. Karagül donanımlarının neyi eksik dedim, kendisi beceremiyormuş. Karagül’den doktor da getiremezdim sana. Olsun, bayağı güzel işleri var onların da.
- Ya onu bırak da ne diyeceğim... Merih’e ne olduğunu biliyor musun?
- Ne olmuş?
- Tapınağa hainlik ettiği için “cezalandırılmış”. Yani öyle öğrendim.
Selen öğrendiklerini anlattı ama bunların hiçbirisi Heralga’yı heyecanlandırmadı. Hele Merih’ten söz edilince hiç ciddiye almadı. Ancak ki Art Diktatör’ün ismini duyunca hemen parladı, Ece’den söz etti. Ece, Xea’yı Art Diktatör’e götüren kişiydi. Selen hemen onunla görüşmek istediğini söyledi. Heralga da ameliyat çıkışında onları buluşturacağına söz verdi.
Daha Selen bir şeyler daha anlatacaktı ki doktor konuşmalarını böldü. Selen’e genel sağlık durumuyla ilgili bir takım sorular sordu, eklenti ve donanımları nereden edindiğini sorguladı ve eklentilerinin bir kısmından feragat etmesi gerektiğini söyledi. Heralga, yerine muadillerini temin edeceğini söyleyerek oradan ayrıldı.
- Sen kendini hazır hissediyorsun?
- Evet, hazırım. Ne kadar sürecek?
- Kırk sekiz saat. Son on iki saat de dinlenme.
- Neden?
- Yataktan kalkmana izin veremeyiz, çok yorucu bir ameliyat olacak. Eklentiyi değiştirmek kolay değil, vücuduna enjekte ederek direnişi kıracağız ve bunlar seni yoracak. Bir 12 saat boyunca bizim gözetimimizde olman gerekiyor. Ondan sonra hiçbir şey olmamış gibi, sadece bir şeyler değişmiş gibi olacak. Emin ol ki saçların bile önceki haliyle kalacak.
- Nasıl olacak ki o?
- İşimizi sadece biliyoruz.
Ancak doktor ne kadar işini bilirse bilsin, ameliyat onun için çile olmuştu. Sık sık uyandı. Kimi zaman uyandığında göğüs kafesinin açıldığına tanık oldu, kimi zaman da kolunu hareket ettiremediğine. Bir seferinde uyanmıştı ancak tepki veremediği için fark etmemişlerdi. Haliyle ameliyata devam etmişlerdi. Ne olmuştu peki? Üşümüştü, hem de daha önce üşümediği kadar üşümüştü.
Selen’in uyuması için fazla doz verdiler ama bu sefer de ölümden zor kurtuldu. Nihayetinde Selen’i uyutabilmek için gerekli dozu buldular ve Selen iki gün boyunca mışıl mışıl uyumuştu. Tabii ki sıradan bir uyku değildi bu. Bir rüyaya göre çok daha gerçekçi, renkler ise çok daha canlıydı. Bazen öyle oluyordu ki bu rüyaların tesiriyle pek anlamlı cümleler kurup cerrahını korkutabiliyordu.
- Hayır Tavşan. Bizler kusursuzca inşa edilmiş sistemin zerresi bile olamayan parçalarıyız. Her şey bir noktada başlar ve zaman içinde evrilerek o noktaya geri döner. Her şey, düşünebildiğimiz bütün süreçler başlangıç noktasına geri döner ve bu sürecin tasviri bir çembere denk gelir. Doğrusal bir süreç insanların yaşadığı en büyük yanılgıdır.
Tavşan, çocukluğunda ona eşlik eden hayalî arkadaşıydı. En sonunda da öldürmüştü. Kendi yalnızlığını gidermek için yarattığı bu arkadaş ona bir şeyleri yanlış yaptığı için kızar ve doğrusundan bahsederdi. Başlangıçta sadece sevimli bir hayaldi, onun gibi çocuktu ve sadece eğlenmeyi isterdi. Ama sonra tavşanların insanlardan daha hızı büyüdüğünü öğrenince bu arkadaşı da hemen büyümüş, ona katı bir ebeveynlik taslamaya başlamıştı. Yetişkinlerle ilişkisi pek iyi değildi çocukken, yaptıklarında illa ki bir kusur buluyorlardı ve ne yaparsa yapsın asla kendisini kabul ettiremiyordu. Her ne kadar becerikli, zeki ve çalışkan bir çocuk olsa da... Sonra öldürdü mükemmeliyetçiliğini, Tavşan’a da isyan etti.
Tavşan ölü olsa da bazı zamanlar mezarından hortluyordu. Hâlâ daha bilinçaltında bir yerlerde vardı ve uyuşturucuların etkisi altında nadiren onun hayaletiyle karşılaşıyordu. Tavşan artık karşısına mutlak haklı bir varlık olmaktan çok geri kafalı bir figür olarak çıkıyordu. Tabii uyuşturucunun karanlık yönüne denk geldiği zaman Tavşan çocukluğunda hissettiği suçluluk duygusunu başarıyla tekrar tattırsa da. Ama yeni karşılaşmaları eskisine göre daha hafif sayılırdı. Onunla sohbet eder, hatta dertleşirdi.
En sonunda uyandı, yapayalnızdı. Gözlerini açmaya korktu, yine cerrahın dozu tutturamadığını düşündü. Ama gözlerini açtı. Üzerinde sadece ince bir örtü vardı. Örtüyü kaldırdı ve bedenini izledi, yara izi bile yoktu. Başı ağrıyordu, susuz ve açtı. Hemen seslendi, onu kapıda karşılayan Rus ona bir şeyler getirmişti. Bu adamla sohbet edip kafa dağıttı, sonra da ayağa kalkıp giyindi. Beyin çipinden Heralga’ya bağlanıp ameliyatın bittiğini haber verdi. Heralga da Ece’nin tanışmaya hazır olduğundan bahsetti, eğer isterse bir saat içinde Ece’nin istediği yerde buluşabilirlerdi. Kabul etti.