Lefkoşa Yeraltı’nda eşyalarını bırakmak için tabutluk kiraladı, biraz dinlendi ve kendi deyimiyle “cici” kıyafetlerini giydi. Silahlarını, bombalarını ve mekanik böceklerini hazırladı, ardından bir ağ bağlantısı bulup Hamza’ya hazır olduğunu bildirdi.
Bu lokantayı Kıbrıs’ta meşhur yapan şey yüksek bir yere kurulmuş olmasıydı. Yeraltı aslen bir hapishane olarak tasarlanmıştı ve rahatça gözetlenebilmesi için çukur şeklinde inşa edilmişti. Bu lokanta manzaraya hâkim olan nadir yerlerden birisiydi. Çevresi biraz ıssızdı ve gelip gitmek zordu ancak güzel bir içki eşliğinde rastgeleliğin inşa ettiği bir yeri izlemek insana bambaşka bir haz katıyordu.
Yamacı tırmanıp lokantaya girdiğinde gözleri kamaştı. Gözün görebileceği her yer pudra pembesinden neonlarla aydınlatılmış, her masa sarı beyaz çizgili örtülerle örtülmüştü. Sofralar da pek zengindi, öyle ki daha önce hiç görmediği mezeler bir an tuvale gelişigüzel dağılmış renkler gibi göründü ona.
Etrafı incelerken bir garson yanına gelip onu selamladı. Ayak üstü sohbet etti ve cam kenarı güzel bir masaya yerleştirdi. Manzaranın büyüsü onu da esir almıştı, insanla bütünleşmiş kaos ona sanki derin bir söz işitmiş gibi anlamlı görünüyordu. Tabii kendisini kaptırmışken yabancı aksanlı garson araya girdi.
- Dilerseniz soğan çorbası ile başlayın.
- Neden ki?
- Şarabı daha iyi tadarsınız.
Selen pek anlamadı, hızlıca geçiştirdi.
- Canım istemiyor.
- O zaman...
- Menüyü sonra konuşuruz. Önce bir sorum olacak.
- Tabii.
- Merih Hakan’ı tanıyor musun?
O ana kadar hiç sıkılmadan şen şakrak garsonun yüzü asıldı. Kolyesiyle anlamsızca oynadı ve başını başka bir yöne doğru çevirdi.
- Tanıyorum.
- Kendisi nerede?
- Bilmiyorum, birkaç hafta önce işten çıktı o. Uzun zamandır da görmedim.
- Öyle mi? Ona nasıl ulaşırım fikrin var mı?
- Bilmiyorum.
- Arkadaşı varmış bir de Melek diye, onu tanıyor musunuz?
- Evet ama fazla değil. Görüyorduk onu da arada Merihle beraber. Karagülcüydü sanırım. Başka sorunuz var mı?
- Yok, çok teşekkür ederim.
- Neden sordunuz?
Hiç düşünmemişti bahanesini. Boş boş bakındı, sıklıkla da göz kırpıştırdı. Sonra yalan uydurunca da ayıp bir şey söyleyecekmiş gibi fısıldadı:
- Bana borç kitledi ya...
Esmer, muhtemelen de Gürcü olduğunu tahmin ettiği garson, sanki farklı bir anlam çıkarmış gibi yüzünü şekilden şekle soktu.
- Hmm... Kitlemek?
- Para aldı kaçtı işte.
- Anladım tabii. Ne kadar borcu vardı size?
- Yirmi gümüş.
- Bekleyin.
Adam gülümseyerek gitti, sonra da yirmi gram gümüşe tekabül eden bir parayla geri geldi. Hiç böyle bir şeyi beklemiyordu, şaşırarak sordu:
- Aaa, ne bu?
- Merih madem ödeyememiş... Biz ödeyelim, tatlıya bağlansın.
- Aaa hiç olmadı bu, kabul edemem. Çok utandım şimdi, valla. Para için gelmemiştim ki ben? Bahanesiydi o. Uzun zamandır Merih’i görmeyince merak ettim.
- Olsun, arkasında borç bırakmasın. Eski dostları olarak vazifemiz. Merih’e ne olduğu konusu da... O konuda bir şey bilsem emin olun size söylerdim.
Selen adamın yalan söylediğini sezdi. Bir nedeni yok, sezgileri hararetle içine öylece doğmuştu sadece. Şüphe çekmemek için üstelemedi. Parayı da geri çevirdi ve garsonun ısrarları sonucunda hesaptan düşmesi için anlaştılar.
- Siparişiniz nedir peki, hanımefendi?
- Şimdilik sadece sade kahve tatlım. Birisini bekliyorum.
Böylece başından savdı herifi, artık manzarayı süzebilir ve bu güzel lokantanın nasıl canına okuyacağını düşünebilirdi. Etrafta bir kamera sistemi görünmediğine göre işi çok kolay olacaktı. Peki ya burayı boşu boşuna dağıtmış olursa? Eğer önemli bir şey olsaydı muhtemelen güzel bir koruma sistemi konmuş olurdu. O esnada daha kahvesi gelmeden Hamza girdi içeriye. Üzerindeki petrol rengi paltosuyla buranın şık ambiyansına hiç yakışmamıştı. Sağına soluna dahi bakmazsızın hemen Selen’in masasına oturdu, kendisine bir şarap söyledi.
- Sen böyle yerlere takılır mıydın?
- Tabii. Tavernaya gitmezsem ölürüm hastalığına yakalandım ben.
Hamza garsondan şarap istedi ve bir dakikaya kalmadan masasına bir kadeh koydular. Kafasına dikti.
- Şarap da pek lezzetsizmiş.
- Zevksiz. Allah bilir bilmesen eline şargoz yaparsın.
- Sen çok anlarsın şaraptan tabii, şimdi akıl veriyorsun.
- Veririm tabii, buraya oturacak paran bile yok.
- He sanki sen normalde her gün burada şarap içiyorsun da, ondan savunuyon. Hadi hadi, ne yapacağız onu söyle.
- Koş desem buradan nereye varırsın?
- Nasıl ya?
- Şimdi peşine tazı gibi koşturan iki anasının evladı takacağım. Böyle ellerinde sopayla silahla koşacaklar peşinden.
- Hadi Bismillah... Peşime adam takacaksın yani?
- Geç düşüyor jeton galiba. Aynen öyle. Girişteki saksının içinde minik bombalar var. Al hepsini. Aman dikkatli ol, bombaların içeriğinde fentanil var. Bayağı ağır bombalar.
- Fentanil?
- Hani şu iğrenç madde, kokladığın anda altın vuruşa götüren...
- Onu biliyorum. Fazla ağır değil mi? Öldürmez mi insanları?
- Geberip gitsinler, çok da tın.
Hamza yüzünü ekşitti.
- İyi... İnşallah fazla cenaze kalkmaz buradan.
- Çok mu umursuyorsun onları cicim benim? Umursuyorsan kullanmak zorunda değilsin. Başka şeyler de var orada.
- İyi iyi... Bütün işim bu mu?
- Yani... Sen kendini kurtarabilir misin o önemli? Mesela bacağında eklenti var mı? İyi koşar mısın?
- İyidir iyidir.
- İyi o zaman. Hazırsan başla. Ben tuvalete gideceğim şimdi, döndüğümde buralar bal dök yala olsun.
- Selen Allah aşkına, insan ölecek insan!
- Ben sana tavsiyeyi verdim, malzemeyi hazırladım. Sana kalmış. Hani Hadi gittim ben.
Masadan kalktı, Hamza’ya bir öpücük yolladı ve sallana sallana tuvalete girdi. Çantasında sakladığı gaz maskesini taktı, beyaz der, eldivenlerini giydi, yüzünü beyaz ekoseli yünle sardı. Vücudunun bir zerresinin bile fentanille temasa geçmemesi gerekiyordu. Vücudunda bu maddeyi temizleyen eklentiler olsa bile işini garantiye almalıydı.
Patlama sesini duyunca dışarı çıktı. En son o şen şakrak mekân sisler arasında kasavetli bir yere dönüşmüştü. İnsanlar masalara çökmüş, hırıltılarla nefes alıyordu. Kapıdaki güvenlikçiler artık Hamza’yı unutmuş insanları kurtarmanın derdine düşmüştü. Onlardan birisiyle göz göze geldi hatta lakin ortalık öylesine fenaydı ki Selen’i umursayacak hâlde bile değillerdi. Onlara fazla bulaşmadı ve üst kata tırmandı.
Üst kat da bomboştu ama muhtemelen havalandırmadaki sıkıntıdan dolayı üst katı fentanil sisi basmıştı. Burada havalandırma panelini gördü. Selen, içten gelen bir iyilikle havalandırmadaki bozukluğu düzeltip hızlıca havadaki fentanili temizledi.
Sessizce bu kattaki bütün odaları kontrol etti ve sunucuların bulunduğu odayı buldu. Muhtemelen tavernanın ağının işlediği bilgisayar buydu. Ancak böyle bir yer için fazla büyük bir bilgisayardı. İlgi çekiciydi. Bilgisayarın kasasını açtı, sabit diskini çıkarıp çantasında taşıdığı ufak bilgisayara bağladı. İşletim sisteminin kurulu olduğu sabit diske Hamza’nın virüsünü kurdu ve anakarta tekrar bağladı. Bütün veriler artık kendi beyin çipine indirilmek üzere hazırdı.
Hayal kırıklığına uğradı çünkü sistem büyük bir ağa bağlı değildi. En azından bir teselli, iyi bir günlük programıyla her gün aşağı yukarı kayıt altına alınmıştı. Göz attığı kadarıyla enteresan olan şeyler de vardı, ancak tek tek arayıp okumak da zor işti. En güzeli, bir program vasıtasıyla veritabanını filtrelemekti. Bunu da Hamza nasıl olsa yapardı. Hamza... Sahi ne olmuştu o adama? Kurtulmuş muydu? Hemen ona bağlandı.
- Kurtuldun mu?
- Kurtuldum. Ayrıca bilgisayarı da bizim ağa bağlandım. Daha uğraşmana gerek yok, ben buradan çekerim.
Selen gülümsedi.
- Hani aferin?
- Ne aferini? Hiç suçu olmayan insanları zehirledin bir anda.
- Sence umurumda mı?
- Değil! Beni tiksindiren de o ya zaten.
- Aman... Hayatta hiçbir hevesi olmayan, bütün lükslerine kavuşmuş bir insanın ne önemi var? Lüks insanı öldürür. Hem ölürken eminim çok mutlu ölmüşlerdir. Fentanille ölmek kötü şey mi?
- ...
- Yine de o kadar insan ölmemiştir canım, üzülme sen. Neyse. Başka bir şey yapmam gerekiyor mu?
- Yok, hemen kaç oradan. Muhakkak orayı araştırmaya Karagül’den falan birileri gelir.
- Karagül bir şey yapamaz bana.
- Böyle böyle yaktın kendini. İyi madem dikkatli ol.