Helikopter süzülerek Beşparmak dağlarının Anadolu’ya bakan yamacına indiğinde Selen basınç değişiminden hemen uyandı. Kendisine gelir gelmez helikopterden inip çevreyi süzdü. Zifiri karanlık dışında hiçbir şey yoktu, sadece rüzgarın o haşin uğultusu ve uzaktaki köyün cılız ışıkları görünüyordu. İç çekerek etrafını izledi. Ani bir çakmak sesi duydu, helikopterin öbür tarafına geçince yanan bir noktayla karşılaştı. Uyku sersemi ne olduğunu anlayamadı, sonra pilotun kendisine sigara molası verdiğini gördü.
- Devam edecek miyiz?
- Yok... Ben seni bırakıyorum burada.
- Dağ taş ya burası?
- Göksel abi sana buralarda bir oda hazırlatmış. Oteli görene kadar sana eşlik ederim, sonra da ben kendi yoluma sen kendi yoluma.
- Nereye gideceksin?
Siyahi pilotun içinden “Sana ne?” demek geçti ama yine de kadını kırmadı.
- Taşucu’na. Türkiye’den mal taşınacakmış Ortaköy’e. Geçerken de seni bırakacakmışım. Zaten şimdi sen inince koltukları falan kapatacağım. Güneş doğunca da Akdeniz’in tepesinden türkü çığıra çığıra geçerim, mis.
- Seviyor musun bu işi?
Adam sigarasından bir fırt çekip düşündü.
- Valla bacım... Aslına bakarsan bundan güzeli yok. Gökyüzünde türkü çığıra çığıra süzülüyorsun. İyi de para veriyorlar. Para biriktirince, oh ne güzel hayat.
- Nerede tutacaksın?
- Ne yapacaksın? Misafir mi geleceksin?
- Muhabbet olsun diye...
- Nuh peygamberin torununun memleketinde.
- Orası da neresi?
- Allah’ın cahili, Larnaka’yı bilmiyor musun sen?
- Ha... Larnakalı mıymış? Zevkli adammış her kimse. Rumcan iyi mi bari?
- Türkçemden daha iyidir.
- Daha iyisi ne, vaaz mı vereceksin Rum kilisesinde? Aman bana ne... Hadi yolu göster.
Pilotun sigarası bittiğinde yolun bir kısmına eşlik etti, geri kalan kısmı da tarif etti. Kadın da tarifin kuvvetiyle eliyle koymuş gibi oteli buldu. Yatağı pek rahattı, hemen uyudu. Normalde tabutluk otellerinde kalırdı. Bu tabutluklar hem basık hem de rahatsızdı belki ama en azından birkaç maddeyle beraber o küçücük delikte mutlu saatler geçirebiliyordu.
Sabah uyandığında huzurluydu. İşkencesi bitmiş ve güzel bir yerde uyanmıştı. Üstelik uzun süredir yalnız kalma fırsatı bulmamıştı .İnsanların bitmeyen uğultuları yoktu, yalnızca içinde kaybolduğu yumuşacık yatağı ve baktıkça için ferahlık veren güneş ışığı vardı. Güzelce yıkandı, yalnız yıkanma fırsatını bulması pek kolay değildi. Kimsenin onu taciz edemeyeceğini, başkalarını rahatsız etmeyeceğini bilmek bir yana, kalabalığın hırgürü yoktu. En güzeli de oydu.
O sabah odasından çıkmadı, normalde uyanınca ilk işi koşarak kahvaltıya inmek ve sonrasında aylak aylak sokaklarda gezinmek olurdu. Ama mahremiyet içerisindeki huzurlu dakikalarına bu kadar çabuk kıymak istemedi. Onun yerine camın kenarına geçti ve manzarayı izledi. Şarap kadar koyu deniz ve beyaz sema, çok uzaklardaki dağlara kadar ayırıyordu bu adayı. Bu manzara ona Kıbrıs’a ilk geldiği zamanları anımsatmıştı. Her Türkiyeli gibi Girne limanından gelmişti ve güzelliğini görünce burada mutlu olacağına inanmıştı. Ama Afrodit’in şirin toprakları sonrasında ona zindan olmuş ve bir gün kaçıp kurtulmanın hayalini kurmuştu hep.
En azından hürdü. Ufuktaki dağlar kadar özgürdü hem de. Kim bilir, belki adadan ayrılmazdı da rengarenk sarmaşıkların arasında yeşil panjurlu şirin bir Kıbrıs evi alırdı kendisine...
Tam hayal kurmaya başlayacaktı ki kapının saygısız gıcırtısı kulağına ilişti. Heralga kapıyı aralamış kendisine bakıyordu. İçeri davet etti, karşısına oturttu. Uzunca bir süre konuşmadılar, Heralga’nın da tavrı epey garipti aslında. Çekindiği bir şey diyecekmiş gibi nasıl lafa bilemiyor gibi bir hâli vardı. Denizin manzarasından pek etkilenmişti... Acaba kanındaki Kutsal Virüs’ün tesiri azalmış mıydı?
- Bir şey mi oldu?
İlk kez başka bir insanın ses tonundan keyif alıyordu sanki Heralga. Uzun zamandır böyle bir hisse iştirak etmemişti.
- Uzun zamandır böylesini hissetmedim, pek hoşuma gitti.
- Ne alakası var be...
Selen kendisine özgü vahşi bir gülümseme takınmıştı.
- Hadi hadi, utanma alışığım ben.
- Aman be... Ne cıvık bir şey çıktın sen de. Neye geldim ne yapıyorum. Bahset kendinden...
- Tabii... Adım Selen, soyadım Kızılcasöğüt. 26 yaşındayım. Çok güzelim, ismi Göksel olan herkesin şehvetli rüyalarında ben varım.
Heralga bir an kızacaktı ki, söylediğinin ne kadar anlamsız göründüğünü fark etti. Sohbetin ciddiyetini toparlamaya çalıştı.
- Yani elimde bir veri dosyası var hakkında. Ancak çok az bir detay var. İşte 24 Ekim 2058’de saat tam dokuzda Gümüşhacıköy’de doğmuşsun... Baban askermiş. Sen de oldukça yetenekli bir öğrenciymişsin, Karadeniz Teknik Üniversitesi’ni kazanmışsın... Ama ailedeki bütün fertler ölünce Kıbrıs’a gelmişsin. Neden Selen?
- Bilmem, kara lahana yemek istemediğim içindir.
- Molehiya yemeye de gelmedin herhalde. Yani demek istediğim o ki... Geleceğin Türkiye’de açıkmış. İyi bir üniversite eğitimi alıp ne meslek istiyorsan onu icra edebilirdin. Çalışmak istemeseydin de sana iyi davranacak biriyle evlenirdin herhâlde. Ama sen Kıbrıs’a kaçmak istemişsin. Neden?
Doğruldu, kıyafetini topladı.
- Oha... Boşuna fişek abi demiyorlar sana.
- Fişek mi? Kim diyor onu be?
- Şimdi uydurdum.
- Lafı dağıtma da söyle hadi.
Selen adamın çok alay kaldırmayacağına hükmedince daha uzatmayıp anlatacaklarını kafasında topladı. Nereden başlamalıydı? Aklına ilk gelen yoldan girdi anlatmaya:
- Ben de öldürülecektim. Benim babam bir devrimciydi, Türkiye’deki yapay zekanın gücünü kırmaya çalıştı ömrü boyunca. Bilirsin, Türkiye'yi Grendel diye bir yapay zeka yönetir. Ama yapamadı. Etrafındaki herkes öldü. Annem kanserden öldü dendi, ama kanser değildi. Ablam uçurumdan aşağı itildi ama intihar dendi. En son babam öldü, ancak öldürülmeden önce benim de bir şekilde öldürüleceğimi anlamıştı. Ona bir şey olursa bütün malı mülkü bırakıp Kıbrıs’a gitmemi söyledi. Kıbrıs’ta kendimi idare edebilirdim, ona göre yabancılık çekmezdim ve yapay zeka buraya erişemezdi.
Bir oh çekti, uzun zamandır bu lafları anlatacak birisini arıyordu.
- Kıbrıs’ta ne yaptın peki? Onun hakkında bir veri yok elimde.
- Ne olacak, paspaslık yaptım. Önceleri sağda solda temizlikçilik falan yaptım. Sonra tuzağa düştüm ve seks kölesi olarak oradan oraya satıldım durdum. En son bir BDSM kulübünde sahneye çıkmaya zorlanıyordum. Sahibimi öldürüp kaçtım.
Kızın yüz ifadesi öfkeliydi, ama gözünden akan iki damla yaşı görünce Heralga ne diyeceğini bilemedi. Diğer yandan da kızın bütün her şeyi böyle kolayca anlatmasına şaşırmıştı içten içe.
- Geçti hepsi, üzme canını.
- Aman ne üzeceğim, anlatacak hikayem oldu işte. Aslında güzeldi de biliyor musun, ama nereye kadar...
- Esaretten kaçınca nasıl geçindin?
- Önce kendime eklentiler taktırdım. Babam sağ olsun bana silah kullanmasını öğretmişti, ayrıca eskrimle de ilgilenmiştim. Meyve bıçağıyla bile adam doğrarım, öyle fenayım.
Kıkırdadı, onunla beraber gülmesini bekledi ancak Heralga’dan bir tepki gelmeyince söylendi.
- Ölmüşsün sen be...
- Ben mi? Ne?
- Başka kim olacak dangalak hazretleri?
- Dangalak mı? Amma ağzın bozukmuş senin.
- Herhâlde bozuk olacak! Yemediğim şırınga kalmadı, sen dangalak denince mi bozuluyorsun? Aman ne üzüldüm ne üzüldüm...
- Tamam sakin ol, sakin... Anlat dahasını sen, dinliyorum...
- İşte ticarete atıldım. Kervan yağmalayıp o malları kendim satıyordum önce, sonra kervan muhafızlığı yapmaya başladım. İyi paralar kazandım, ancak hepsi uyuşturucuya gitti.
- Anlıyorum... Yani... Ne iş yapacağını konuşmak ister misin?
- Konuşalım bakalım. Ne konuşacaksak.
Heralga ceketinin iç cebinden bir fotoğraf çıkartıp Selen’e uzattı.
- Kim bu?
- Melek diye bir kız. Aldığım duyuma göre Kara Tilki tarafından kaçırıldı.
- Kara Tilki mi? Ooo... Gerçekten yaşıyor muymuş o çakal?
- Yaşıyor tabii. Babanın savaştığı o yapay zeka aslında Vesta denen büyük bir yapıya bağlı ve şu an Vesta’nın sahibi Kara Tilki.
- Vay itin soyuna bak sen... Kalıbında meymenet yok zaten. Neyse, ne yapacağım peki?
- Görevin...
- Görev ne be?
- Ulan bir durursan derdimi anlatacağım ebleh kevaşe!
Selen kıkırdadı.
- Dinle beni, Melek’e ne olduğunu araştıracaksın.
- İyi de niye ben? Karagül’de bir dünya adam var.
- Doğru diyorsun. En son bana fena bir komplo hazırladılar ve bu yüzden Karagül’de prestijim söndü gitti. Bu yüzden çer çöpe kaldık.
- Çer çöp ben miyim? Ayıp ediyorsun.
- Onu dangalak derken düşünecektin.
- ...
- Çevremdeki insanları araştırdım. Birisi bana seni tavsiye etti.
- Kim tavsiye etti?
- Ece Limanzade, tanıyor musun?
- Adını bile duymadım. Aklından zoru mu varmış?
- Dediğine göre Kıbrıs piyasasına hakimsin, zekisin, her yerde bağlantıların var. Yani kısaca her türlü işin altından kalkabilirsin. En azından öyle dediler. Her türlü işi yapabilirsin aslında.
- Her türlü işten kastın neyse ona göre değişir. Öyle olsun bakalım. Ya bir şey soracağım, neden buradayız?
- Neden mi? Çünkü gözden uzak, bu tarz konuları konuşmak için ideal. Burada kol kola meydanda dolaşsak bile kimsenin ruhu duymaz. Ayrıca bahane oldu işte. Bazen gelip görmek gerek. Bence sen de seversin Bellapais’i.
- Tam sevişilecek yermiş ama... Korkmadım değil niyetinden.
Bu sefer Heralga da ufak bir tebessüm etti. Sonrasında Selen Heralga’ya dışarıda kahvaltı teklif etti. Madem ki güzel odada kalmak olmaz diye düşündü. Çıktılar, İngilizlerin pek sevdiği Huzurağaç’ın altında manzarayı kesen güzel bir masa buldular. Heralga, Selen’le sohbet ettikçe göründüğünden, daha doğrusu kendisini gösterdiğinden, daha derinlikli ve aklı başında birisi olduğuna kanaat etti. Ama bunu bir çeşit gamsızlık ve patavatsızlıkla maskelemeyi başarmıştı.
Bellapais de gözüne bugün daha bir hoş gelmişti. Anlatacak hikayeleri olan sarı evler, kum renkli manastırın eteklerine sığınmış bir de rengarenk bitkilerden mürekkep bir tüle saklanmıştı. Hayranlıkla bu köye bakarken, bir anda ne olduğunu anlamıştı.
- Selen... Senden bir ricam var. Bugünün tarihini bir yere not al. Bir değişim var, bir farklılık. Sanki her şeye aşık oluyorum... Maddeye, ruha, sana veyahut şu karşıda gördüğün toroslara. Öyle hoşuma gidiyor ki her şey...
- Neden acaba?
- Ben kanımda Kutsal Virüs’ü taşıyorum belki bilirsin, bir şey hissetmeyeli kaç zaman geçti. Gündüzler geceler bir, bütün renkler siyah beyaz. Tükendi gitti ömrüm. Ama şu an... Galiba virüsün etkisi kırılıyor, dünyanın ne şu güzelliğine baktıkça ağlayasım geliyor. Hayır, hüzünden değil.. Dünya aslında ne kadar bonkörmüş insana karşı, tek dava buymuş meğer...
- Nasıl kırılıyor sence virüsün etkisi?
- Bilmiyorum. Karagül’ün laboratuvarları sabahlı akşamlı bunun için çalışıyor ancak virüsü yok etmenin yolunu bulamadık. Aklımdaki fikir şu... Virüs Vesta’dan komut alarak vücut içinde etki ediyor. Anlaşılan şu an Vesta’da bir değişiklik var, bir kırılma var. Ama nedenini bir anlasam...
- Sence nasıl oldu?
- Vesta kendi içinde rakip yapay zekalar ile işler. Hiçbirisi diğerine üstün olmaz, üstün olduğu anda diğeri üstünleşir çünkü Vesta aslında bir kısır döngüdür. Belli ki şu an Vesta’ya dışarıdan bir müdahale var. Melek, bu müdahaleyi yapabilecek tek insandı. Zira bunun için tasarlanmıştı. Şu an o kayıp, nerede olduğunu bilmiyoruz ve ne yaptığını da bilmiyoruz. Kara Tilki onu kaçırdığına göre böyle bir müdahaleyi yapamaz, ama öyleyse ne oluyor Vesta’nın içinde... Anlaması çok zor.
- Ne zaman fark ettin bunu?
- Sabah uyanır uyanmaz.