Banyodan çıkınca elbiselerini değiştirdi, ipe astı. İşini bitirince de kahvesini alıp terasa çıktı. Ne olursa olsun, dinlenmeliydi. Beşparmaklara kadar uzanan kırmızı-pembe şehri izlemeliydi. Sonra kapattı, kendisine fal baktı. Gördüğü bütün her şey ona manolyaları hatırlattı. Sanki kahve telvesinden o naif rengiyle onu izliyor, hatta onu çağırıyordu. Kapattı fincanı, gözlerini kapatıp arkasına yaslandı. Durmadan solan ancak yenileri gelen manolyalar görüyordu. Artık güller ona o kadar da hoş görünmüyordu çünkü ona bu dünya hayatını anımsatıyordu. Manolyalardı artık ilgisini çeken; “ona varana kadar” koklamak istiyordu. Camdan kafeslerin içine alınsa da dokunmak, perdelerle örtülse de izlemek istiyordu. Yorgunluktan biraz uyudu, ama yarım saatlik bir uyku. Uyanınca ne düşündüğü açıktı; Artık gitmeliydi.

Güneş mezarından dirilen asil bir kral gibi doğrulduğunda Xea Dereboyu’na inmiş, tren durağına doğru hızlı hızlı yol almıştı. Sabahın kendisine özgü ataleti ve ıssızlığı sokaklara sis gibi pusmuş, sanki zaman kuşluk vaktine kadar durmuştu. Sabah vakitlerinde bütün manzaralar bir sergiye benzerdi, sanki o yol bildiği yol değildi de bir el tasarlayıp değiştirmişti her şeyi. O da bu tasarlanmışlar sergisinin bekçisi gibi kalıvermişti sokaklarda. Her şey güzeldi; “Bugün bahtımıza ne çıkacak” diye dolaşan sokak kedilerinden dükkanını açan esnaflarına kadar sanki her şey onu geri çağırıyordu. Ama onun zihni manolyalar ve Tapınakla meşguldü, bu çağrıyı duyamazdı. Baf’taki heykel gibiydi artık, gözleri ve kulakları bağlı ve çırılçıplaktı.

Başını çevirdi, Merih’i gördü. Şaşırdı ama içinde başka hiçbir his uyanmadı. Eskiden nefretle savaştığı ama şimdi barıştığı eski bir düşmana bakar gibi baktı ona. Xea’nın yanına telaşla yanına koştu ve nefes nefeseyken Xea’nın omzunu tuttu.

Merih’i bir anda durdu, daha da konuşamadı çünkü hiçliğin içinden uzanan bir el ağzını sıkıca kavramıştı. Sonra o da hiçliğin içine çekildi. Xea ne olduğunu anlayamadan aynı el kendisine tren durağını işaret etti. Bu...Parazit idi.

Sanki yolunu Merih değil de alelade bir dilenci kesmiş de çekilmiş gibi hiç umursamadan Xea yoluna devam etti... Merih’in varlığının hiçbir kıymeti yoktu, anlattıkları da kulağına çalınmış ezgiler gibi çekip gidivermişti. Merih’i dünyevi zevklerle robotlaşmış bir hiç gibi görüyordu, hele ki tapınağın bu kadar içine girip de onun gördüğünü görememişse; gerçekten o bir hiçti.

Uzun bir tren yolculuğundan sonra Maraş’a vardı. Lefkoşa’daki huzurun binde birisi burada yoktu. Her yeri köle tüccarları, karaborsacılar, kaçakçılar sarmıştı. Uğultu halinde kulaklarını saran çığlıklar, haz ve acıyla dolu inlemeler duyuluyordu. Yine de bunlardan çok rahatsız olmamış, hatta memnun olmuştu. Sapkınca, garip bir memnuniyet duymuştu hem de.

Harabe binaların arasında amaçsızca dolaşırken köşede gizlenen bir kadın ona seslendi. Gece siyahı kaftanı ve maskesiyle kime hizmet ettiği aşikardı. Xea peşine takıldı ve ışık bile görmeyen o zifiri karanlık sokaklardan geçtiler. Sokaktaki tezgahların kalabalığı balık gibi bir şekilde yolunu bulup aşıyorlardı. O esnada da Xea tezgahlara göz atıyordu. Silahlar, eklentiler, organlar... Ne isterse, hatta ki köleler bile vardı. Domates biber satılır gibi zincire vurulmuş nice beden çırılçıplak sergileniyor ve iş görenleri iyi paraya satılıyordu. Xea onları merhametle süzerken yoldaşı da ilk kez orada ağzını açmıştı.

Yol daha fazla uzamadan varacakları otelin arka kapısından girdiler. Xea üzerindeki Karagül’ü anımsatan siyah ipekten elbiseyi burada çıkardı ve lila rengi elbise giydirdiler. Dudakları mürdüme, kaşları da pudra pembesine boyandı. Sonra da onu buraya getiren maskeli kadın onun her tarafına manolya kokuları sürdü.

Bu değişime kendisi de inanamıyordu aslında. Çıldırmış mıydı yoksa başka bir şey mi olmuştu ancak şu an Kara Tilki’nin ayaklarına kapanıp ona yalvarabilir, bütün tapınağa kendisini feda edebilirdi. Üstelik tapınağın bir parçası olmayanlara öyle bir gözle bakıyordu ki... Mesela Lefkoşa’da gördüğü son yüz olan Merih... Alevlere atılsa odun oldu diye sevinirdi.

Kara Tilki’yi gördüğünde ona doğru koşmak geldi içinde. Bu sefer lila rengi bir fular takmıştı. Ne güzel renkti şu lila? Karagül’ün koyu renkleri içini karartmıştı meğer, bu coşku veren açık renkler tapınak ve Karagül arasındaki farkı apaçık veriyordu. Tapınak coşkuydu, Karagül nereye kadar süreceğini bilmediği bir kasvetti. Tapınak için özgürlük her şeyi yapabilmekti, Karagül için özgürlük hiçbir şeyi yapmak zorunda kalmamaktı. Tapınağın coşkusunun yanında ne sıkıcı bir anlayıştı bu...

Tam selamlayacaktı ki, Kara Tilki ona seslendi...

Xea’nın tüyleri ürperdi, kendi adı anılmıştı o kutsal ağızdan. Cevap vermek istedi fakat sürekli kekeledi. Bir türlü bir şey diyemediğinden dolayı da en sonunda utançla kızararak sustu.

Kara Tilki Xea'nın dilinin sürçtüğünü düşünerek alaycı ve kısa bir kahkaha attı.

Xea cevap vermek istemedi çünkü o anın tadını çıkarmak istedi. En güzel şarapları önüne dağ yapsalar, en güzel meyveleri ikram etseler yine de bu lezzeti alamazdı.

Xea bakmadan ezberden sıraladı.

Gözlerini kısarak aşağıyı süzdü. Kara Tilki neyi kastetmişti?

Gözlerini iyice kıstı ve biraz düşündü. Muhtemelen Kara Tilki ondan akıllıca bir cevap istiyordu. Bir on beş saniye sonra mahcubiyet gülümsemesiyle Kara Tilki'ye baktı.

Kara Tilki iç çekti, bakışlarını o iğrençliğe çevirdi.

Kara Tilki gayet iddialı bir şekilde çıkışınca Xea Kara Tilki'ye karşı duyduğu o saygıdan dolayı sustu ve ancak adamın bir karşılık beklediğini fark edince idareten bir şeyler söyledi:

Kara Tilki tekrar hırıltıyla nefes aldı.

Otelden ayrıldılar, Kara Tilki kumarhanenin iğrençliklerini Xea için yeterli görmüştü. Duyduğu anlamsız çığlıklar, bayık ışıklandırmalar ve berbat eğlenceler ikisini de yormuştu.

Otelin terasına inen helikoptere bindiler ve Baf’a doğru yola çıktı. Yolculuk boyunca gürültüden dolayı konuşamadılar, Baf’ın tepelerine helikopter indiği zaman Xea mırıldandı.

Kara Tilki toprak yolda yürümeye başladı ve Xea arkadan, başı eğik onu takip etti. Kimsenin görünmediği patikaları aştılar. Gizlice Baf kalesine girdiler ve kalenin mahzeninden yeraltına indiler. Vardıkları yerde hiçbir şey yoktu. Kimse yoktu, sadece nefeslerinin ve çizmelerinin sesi duyuluyordu. En sonunda Xea merak etti:

Kara tilki cevap vermedi, zaten tapınak da bu sorunun ardından görünmüştü. Bu sefer üzerindeki beyaz ışıklarıyla tıpkı bir gelin gibi hemen önlerindeydi. Tapınak bu ışıklarıyla görünürde olmayan detaylarını da ortaya sermişti artık, etkilenmemek elde değildi.

Hiç yanmamış ışıklarının bir anda tapınağı bembeyaz aydınlatmasının tek bir anlamı vardı: Kara Tilki tapınağa gelmişti. Tapınağın içindeki Dünya’nın gidişatından daimi umutsuz müritler ışıkların güçlü parıltısıyla gözleri kamaştığında çok uzaklardan duyulacak coşku naraları attılar. Kara Tilki kollarını açtı, ellerini havaya kaldırdı ve başını havaya kaldırıp naraları bir beste gibi dinledi.

Xea bu tapınağı uyuşmuş bir şekilde izlerken Kara Tilki, Xea fark etmeden onu bir yerlere sürüklüyordu. Ancak Kendisine geldiğinde bir şeyi fark etti, Kara Tilki yerden bir kapağı kaldırıyordu.

Kara Tilki hiçbir şey demeden Xea'yı kolundan hızlıca yakaladı ve yerdeki boşluğun içerisine bir anda fırlattı. Xea aşağı doğru sert bir şekilde yuvarlandı ve en sonunda kendisini zifiri karanlığın içerisinde buldu.

-Kara Tilki?

Sert düşüşünün ardından zavallı bedeni acıyı tatmış, üzerindeki zarif kıyafetler paramparça olmuştu. O an uyandı, zihnindeki bütün hayranlık sönmüş ve kendine anca gelmişti. Gerçekten de, sahici olarak kendisine gelmişti. Nasıl zihnine böyle sirayet etmişti kendisine?

Bir yere oturup düşündü neler olduğunu. En mantıklı açıklama Merih’in açıklamasıydı, o zihnine kodlanmış bir programın etkisine girmişti. Artık yapabileceği tek şey, belki de bu zindanda ölümü beklemekti. Merih’in dediklerini düşündükçe aslında neyin ne anlama geldiğini de anladı. O anahtardı, ama bütün görevi Vesta’yı açıp hadi girin demek değildi. O insanın zihnine kilit vuran kısır döngüleri, sıkıntılı düşünüşleri ve saplantıları çözebiliyordu. Bir organizma gibi işleyen Vesta’yı kırmanın tek yolu Vesta’nın adanma halini ortadan kaldırmaktı. Çünkü Vesta sadık bir insan gibi programlanmış, öyle tasarlanmıştı. Bunu anlayınca bir ferahlık çöktü üstüne, yaşadıklarını da anlamlandırmaya başlamıştı. Yaşadığı onca hüzün, saplantı ve sıkıntı aslında onun çözmesi gereken kilitlermiş; dünyaya daha geniş bir açıdan bakmayı öğretmişti bunca şey. Peki şimdi ne oluyordu? Ölüyordu. Hem de hiçliğin tam ortasında, uzayda kaybolmuş gibi feci bir şekilde ölüyordu. Ama en azından şöyle avuttu kendini, içine düştüğü kısır döngüden arınmış yeni Xealar çıkacaktı belki; genetiğine kodlanmayacaktı ama Vesta’nın o kısır döngüsünü kırabilecek kadar çok şey öğrenecektiler belki.

Aklına bir şey geldi. Heralga’nın kendisine Art Diktatör’e gitmeden verdiği broşu şimdi çalıştırmayacaktı da ne zaman çalıştıracaktı? Kenarlarından sıkıştırdı ve sonrasında da avucunda ışıklar vermeye başladı.

“Konum Baf Kalesi, Yeraltı. Karagül ağına bağlanmaya hazır.. Bağlanıldı... Heralga’ya bağlanılıyor... Bağlantı iptal edildi. Yönlendiriliyor...”

Birden broş kendisinden beklenmeyecek gürlükte bir kırmızılık dağıldı. Xea korkup broşu yere fırlattı ve geri çekildi. Broş bambaşka bir cisme bürünüyordu sanki ama kırmızı renk öyle yoğundu ki Xea dönüp bakamıyordu bile... Sonra parçalandı, yok oldu. Böylece Xea’nın son umudu da ortadan kaybolmuştu.