Banyodan çıkınca elbiselerini değiştirdi, ipe astı. İşini bitirince de kahvesini alıp terasa çıktı. Ne olursa olsun, dinlenmeliydi. Beşparmaklara kadar uzanan kırmızı-pembe şehri izlemeliydi. Sonra kapattı, kendisine fal baktı. Gördüğü bütün her şey ona manolyaları hatırlattı. Sanki kahve telvesinden o naif rengiyle onu izliyor, hatta onu çağırıyordu. Kapattı fincanı, gözlerini kapatıp arkasına yaslandı. Durmadan solan ancak yenileri gelen manolyalar görüyordu. Artık güller ona o kadar da hoş görünmüyordu çünkü ona bu dünya hayatını anımsatıyordu. Manolyalardı artık ilgisini çeken; “ona varana kadar” koklamak istiyordu. Camdan kafeslerin içine alınsa da dokunmak, perdelerle örtülse de izlemek istiyordu. Yorgunluktan biraz uyudu, ama yarım saatlik bir uyku. Uyanınca ne düşündüğü açıktı; Artık gitmeliydi.
Güneş mezarından dirilen asil bir kral gibi doğrulduğunda Xea Dereboyu’na inmiş, tren durağına doğru hızlı hızlı yol almıştı. Sabahın kendisine özgü ataleti ve ıssızlığı sokaklara sis gibi pusmuş, sanki zaman kuşluk vaktine kadar durmuştu. Sabah vakitlerinde bütün manzaralar bir sergiye benzerdi, sanki o yol bildiği yol değildi de bir el tasarlayıp değiştirmişti her şeyi. O da bu tasarlanmışlar sergisinin bekçisi gibi kalıvermişti sokaklarda. Her şey güzeldi; “Bugün bahtımıza ne çıkacak” diye dolaşan sokak kedilerinden dükkanını açan esnaflarına kadar sanki her şey onu geri çağırıyordu. Ama onun zihni manolyalar ve Tapınakla meşguldü, bu çağrıyı duyamazdı. Baf’taki heykel gibiydi artık, gözleri ve kulakları bağlı ve çırılçıplaktı.
- Melek!
Başını çevirdi, Merih’i gördü. Şaşırdı ama içinde başka hiçbir his uyanmadı. Eskiden nefretle savaştığı ama şimdi barıştığı eski bir düşmana bakar gibi baktı ona. Xea’nın yanına telaşla yanına koştu ve nefes nefeseyken Xea’nın omzunu tuttu.
- Melek sakin gitme... Ne olduğunu biliyorum, gerçekten!
- Nasıl ne olduğunu biliyorsun?
- Senin yapay insan olduğunu da, esas isminin Xea olduğunu da biliyorum. Hatta senin bir anahtar olduğunu da...
- Ne?
- Melek... Ya da Xea... Her neysen... Heralga Vesta yapısında yaşadı, Vesta’ya hizmet etti ve Kara Melek isimli bir yapay zekaya itaat ederek Vesta yapısından kaçıp gitti. Kaçarken yanında bir anahtar çaldı ancak o anahtarı kullanamadı. Vesta anahtarları ancak genetik bir örüntü ile çalıştırılabilir. Heralga bu yüzden senin genetiğine “XEA” anahtarını kopyaladı. Bunun anlamını biliyor musun?
- Ne?
- X ve E protokolleri Vesta’nın kilit protokolleridir, bu protokoller aşılırsa daha üst protokollere erişme hakkına ulaşırsın. A protokolü ise en hayati protokoldür, bu protokole erişirsen bütün Vesta’yı dilediğince yönetebilirsin. Heralga X ve E protokollerinin anahtarını kendi genetiğinde taşıyordu, ama A anahtarına erişse dahi bunu kullanamıyordu. Çünkü kendi genetiğinde bu yetki yoktu.
- Anlamıyorum...
- Vesta’nın güvenlik kuralları gereği yalnızca belli genetik özellikleri taşıyan insanlar Vesta’ya erişebilir. Bu sisteme göre mesela herkes “O” anahtarını kendi genetiğinde taşır, çünkü herkes omegadır. Sen hem “hi”sin, hem “sigma”sın hem de “alfa”sın.
- Ne? Nereden biliyorsun bunları?
- Bunları üst düzey her tapınakçı bilir, ben de onlardan öğrendim. Geçmişte sana yollanmamın nedeni de tapınağın senin anahtarına erişmeye çalışması zaten, anlamıyor musun?
- Peki burada ne işin var? İtalya’da olman gerekmiyor muydu?
- Vaktim dar! Ama anlatacağım... Ben hiçbir zaman onlara itaat etmedim ama yine de seni uyarmak da benim görevim! Kara Tilki’nin Kıbrıs’ı ne zaman ziyaret edeceği uzun zamandan beri biliniyor, o yüzden Kıbrıs’a bir tapınak takipçisi olarak çağrılmıştım. Heralga’nın da tapınak tarafından suikaste uğradığını duyunca hemen sana koştum ama Ortaköy’e giremediğim için çıkmanı bekledim. Çünkü Kara Tilki’nin seni ziyarete geleceğini biliyordum.
- Nasıl biliyordun?
- Heralga senin etrafında olduğu için sana erişemiyorlardı. Baf’ta tapınağa gittiğimizde de, Afrodit kayalıklarında beraber yüzdüğümüzde de aslında o vardı seni koruyan. Sadece saklanıyordu. Şimdi Heralga yatağından bir haftadan önce kalkamaz, Kara Tilki de bunu fırsat bilip seni ziyarete geldi. O ziyaretinde zihnine yerleşmiş olan bir kalıbı çalıştırdı. Bundan dolayı şu an kendin karar vermiyorsun... Yalvarırım gitme... Kara Melek kültü...
Merih’i bir anda durdu, daha da konuşamadı çünkü hiçliğin içinden uzanan bir el ağzını sıkıca kavramıştı. Sonra o da hiçliğin içine çekildi. Xea ne olduğunu anlayamadan aynı el kendisine tren durağını işaret etti. Bu...Parazit idi.
- Mesih’e git!
Sanki yolunu Merih değil de alelade bir dilenci kesmiş de çekilmiş gibi hiç umursamadan Xea yoluna devam etti... Merih’in varlığının hiçbir kıymeti yoktu, anlattıkları da kulağına çalınmış ezgiler gibi çekip gidivermişti. Merih’i dünyevi zevklerle robotlaşmış bir hiç gibi görüyordu, hele ki tapınağın bu kadar içine girip de onun gördüğünü görememişse; gerçekten o bir hiçti.
Uzun bir tren yolculuğundan sonra Maraş’a vardı. Lefkoşa’daki huzurun binde birisi burada yoktu. Her yeri köle tüccarları, karaborsacılar, kaçakçılar sarmıştı. Uğultu halinde kulaklarını saran çığlıklar, haz ve acıyla dolu inlemeler duyuluyordu. Yine de bunlardan çok rahatsız olmamış, hatta memnun olmuştu. Sapkınca, garip bir memnuniyet duymuştu hem de.
Harabe binaların arasında amaçsızca dolaşırken köşede gizlenen bir kadın ona seslendi. Gece siyahı kaftanı ve maskesiyle kime hizmet ettiği aşikardı. Xea peşine takıldı ve ışık bile görmeyen o zifiri karanlık sokaklardan geçtiler. Sokaktaki tezgahların kalabalığı balık gibi bir şekilde yolunu bulup aşıyorlardı. O esnada da Xea tezgahlara göz atıyordu. Silahlar, eklentiler, organlar... Ne isterse, hatta ki köleler bile vardı. Domates biber satılır gibi zincire vurulmuş nice beden çırılçıplak sergileniyor ve iş görenleri iyi paraya satılıyordu. Xea onları merhametle süzerken yoldaşı da ilk kez orada ağzını açmıştı.
- Satın alma, sahiplen.
Yol daha fazla uzamadan varacakları otelin arka kapısından girdiler. Xea üzerindeki Karagül’ü anımsatan siyah ipekten elbiseyi burada çıkardı ve lila rengi elbise giydirdiler. Dudakları mürdüme, kaşları da pudra pembesine boyandı. Sonra da onu buraya getiren maskeli kadın onun her tarafına manolya kokuları sürdü.
- Hepimiz manolyalarız, ama sen daha güzel bir manolyasın.
- Teşekkür ederim.
- Manolya hayal gibidir, narindir; dokunmaya gelmez. Çünkü tohumu cennetten düşmüştür, bu dünyadan birisi dokunduğu zaman kararır hemen. Onu soldurmadan okşamak parmakları tüyden hafif kişilere nimettir.
- Ve böylece... Tapınağın sembolü manolyadır, çünkü manevi hazları manolyadan daha iyi hiçbir şey temsil edemez.
- Biz... Psişik hedonistleriz... Adın ne?
- Melek.
- Ne güzel isim... Ah ne güzel. Şimdi Melek, kumarhaneye git ve Kara Tilki seni kumarhanenin üst katında bekliyor olacak. Kara Tilki seninle ne konuşacak bilmiyorum. Ama onu soldurma, tamam mı?
- Ne demek o?
- Çok şey. Düşünmesi senden. Ama bir ipucu vereyim. Kara Tilki seni senden daha iyi tanıyor ve senin hakkında pek çok detayı doğru şekilde biliyor. Mizacını ve kişiliğini tamamen analiz etmiş. Ona karşı asla yalan söyleme, bunu kolaylıkla bunu anlar.
- Gidelim artık, onunla buluşmak için öyle sabırsızım ki...
Bu değişime kendisi de inanamıyordu aslında. Çıldırmış mıydı yoksa başka bir şey mi olmuştu ancak şu an Kara Tilki’nin ayaklarına kapanıp ona yalvarabilir, bütün tapınağa kendisini feda edebilirdi. Üstelik tapınağın bir parçası olmayanlara öyle bir gözle bakıyordu ki... Mesela Lefkoşa’da gördüğü son yüz olan Merih... Alevlere atılsa odun oldu diye sevinirdi.
Kara Tilki’yi gördüğünde ona doğru koşmak geldi içinde. Bu sefer lila rengi bir fular takmıştı. Ne güzel renkti şu lila? Karagül’ün koyu renkleri içini karartmıştı meğer, bu coşku veren açık renkler tapınak ve Karagül arasındaki farkı apaçık veriyordu. Tapınak coşkuydu, Karagül nereye kadar süreceğini bilmediği bir kasvetti. Tapınak için özgürlük her şeyi yapabilmekti, Karagül için özgürlük hiçbir şeyi yapmak zorunda kalmamaktı. Tapınağın coşkusunun yanında ne sıkıcı bir anlayıştı bu...
Tam selamlayacaktı ki, Kara Tilki ona seslendi...
- Xea...
Xea’nın tüyleri ürperdi, kendi adı anılmıştı o kutsal ağızdan. Cevap vermek istedi fakat sürekli kekeledi. Bir türlü bir şey diyemediğinden dolayı da en sonunda utançla kızararak sustu.
- Makyajın güzelmiş. Sen mi yaptın?
- Hay... Ha... Hayır.
- Kimin yaptığını öğrenmeyi çok isterdim.
- Bilmiyorum kim yaptı.
Kara Tilki Xea'nın dilinin sürçtüğünü düşünerek alaycı ve kısa bir kahkaha attı.
- Nasıl bilmiyorsun?
- Gerçekten bilmiyorum. Beni buraya getiren kadın yaptı makyajımı ve yüzünde tapınağın maskesi vardı. Ayrıca kıyafetlerimi de o seçti.
- Onu tanıyorum... Böyle bir şeyi istememiştim.
- Sanki zorundaymış gibi bir hali vardı.
- Bu makyajı yaptıysa ve o bu kıyafetleri seçtiyse... Bunun pek de bir önemi yok. Gerçekten zevkli kadınmış ve sana büyük bir iyilik yapmış. Ben senin buraya ne ile gelebileceğini tahmin ediyordum aslında.
- Neyle efendim?
- Karagül üniforması. O da böyle bir yerde abes kaçardı doğrusu.
- Değil ama yakın... Siz mi istediniz kıyafetlerimi değiştirmeyi?
- İstemedim. Yani çok da umurumda değildi.
Xea cevap vermek istemedi çünkü o anın tadını çıkarmak istedi. En güzel şarapları önüne dağ yapsalar, en güzel meyveleri ikram etseler yine de bu lezzeti alamazdı.
- Şu aşağıda ne görüyorsun Xea?
Xea bakmadan ezberden sıraladı.
- İskambil kartları, zarlar, kumarhane taşları, slot makineleri...
- Daha ne görüyorsun?
Gözlerini kısarak aşağıyı süzdü. Kara Tilki neyi kastetmişti?
- Sarhoş insanları?
- Ufak detaylarla ilgilenme, tekrar bak.
Gözlerini iyice kıstı ve biraz düşündü. Muhtemelen Kara Tilki ondan akıllıca bir cevap istiyordu. Bir on beş saniye sonra mahcubiyet gülümsemesiyle Kara Tilki'ye baktı.
- Eee... Bilemedim?
- Bir labirent görüyorsun. Hem de insanların içinde daha da fazlasını kazanmak için özgürlüklerinden vazgeçtiği bir labirent.
- Nasıl?
- Bu kumarhaneden çıkmak sadece irade meselesi değil. Kumarhanenin sisteminden çıkmak için kredi ödemen gerekir.
- Nasıl ki bu kumarhanenin sistemi?
- Bu kumarhaneden çıkman için yirmi kredi ödemelisin. Kumarhaneye giriş bedava. Girişte sana on kredi verirler ve oyun oynayarak ya elindeki krediyi kaybedersin ya da krediyi arttırırsın. Yirmi krediyle dışarı çıkarsan hiçbir şey kazanmış olmazsın ama yirmi kredinin üstünde mesela on kredin varsa o on kredi sana on külçe altın olarak kumarhane tarafından ödenir. Tabii otel içerisinde dinlenecek bir oda istediğin zaman günlük iki kredi kesiyorlar hesabından.
- Ya kredin kalmazsa?
- O zaman üç seçeneğin var. Ya parasını ödeyip çıkarsın, ya da seni izleyenler senin için kredi satın alabilir ve sen de senin için kredi satın alanların istedikleri bir dilek varsa onları gerçekleştirirsin.
- Ne kadar iğrenç... Bütün bunların hepsi... Üçüncü seçenek ne?
- Kumarhane seni kredin kalmadığı zaman kendi kölesi olarak satın alabilir. Köleliğinde her ay bir kredi kazanırsın ve kumarhanede yarışmacılığına geri dönersin. Ancak eğer işe yaramaz bir köle olursan kumarhanenin seni satma hakkı var.
- Bu korkunç. İnsanlar neden giriyor ki bu kumarhaneye?
- Çünkü sefalet...
Kara Tilki iç çekti, bakışlarını o iğrençliğe çevirdi.
- Sefalet her yerde, insanlar sefalet içerisinde... Karagül değil elbet. Karagül’ün hiçbir yere varmayan o aptalca düşüncesi, saplanıp kaldıkları ideolojileri ve düşünüşlerinin hiçbir manevi temeli yok evet ama yalnızca Karagül değil bunun mimarı. Her şeyin kökten değişmesi gerekiyor. Bak görüyorsun, insanlar kendi gururunu para kazanmak için hiçe sayıyorlar. Kızmıyorum çünkü söz konusu yaşayabilmekse insan her şeyini verebilir. Hele ki bu iğrenç koşullar altında başkalarına zarar vermektense kendi gururunu hiçe saymayı tercih edenler benim gözümde yüce bir şerefe sahiptir. İşte bu ezilen insanlar, geleceğin ütopyasını kuracak.
- Bir ütopya gerçek olabilir mi?
- Teknoloji ve bilim sayesinde, evet!
Kara Tilki gayet iddialı bir şekilde çıkışınca Xea Kara Tilki'ye karşı duyduğu o saygıdan dolayı sustu ve ancak adamın bir karşılık beklediğini fark edince idareten bir şeyler söyledi:
- Ütopya kelimesi bana imkânsızı çağrıştırıyor.
- Eğer imkânsızı hayal ediyorsan ütopya senin için imkânsızdır fakat bizim için ütopya fikri imkânsız gelmez. Böyle rezilliklerin olmadığı bir dünyayı hayal ediyorum ben. Her insanın hür ve medeni şekilde yaşama hakkına sahip olacağı bir dünyadan bahsediyorum. Ne Karagül gibi ada korsanları, ne de haydutlar. Sadece medeniyet ve mutlu bir dünya olacak.
- Bir hastalığı yaymaya çalışarak mı?
- Hayır... Hayır... Hayır...
Kara Tilki tekrar hırıltıyla nefes aldı.
- Bu bir hastalık değil, bu üstün ırkın bir tuğlası.
- Nasıl olacakmış peki, Mesih?
- Gayet basit değil mi? Virüs'ün amacı insanları maddi hazlarından tamamen ayırmak. Virüs yavaş yavaş yayılıyor ve dünyadaki insan nüfusunun yüzde otuzunda bu virüs var. Bu virüs yeni doğan bebeklere geçtiğinde maddi hazlara hiç kanmamış altın bir kuşak doğmuş olacak. Kendisini yalnızca bilime yönlendirecek bu kuşak sayesinde muhtemelen dünyada asla da sefalet olmayacak. Yalnızca bilim, dünya üzerinde ne neşe ne hüzün olacak. Üzüntü olmayacak, acı olmayacak, hiçbir his ve duygu olmayacak. Daima bilim ve gerçekleştirilecek hayallerimiz olacak. Esas medeniyet bu!
- Ama nasıl?
- Mesela koku dürtüsü, insanın doğada var olması için geliştirdiği bir yetenek. Güzel kokular atalarımızın varlığını güçlendirirken kötü kokular ise atalarımıza zarar vermiştir. Peki ya, bu geçerli mi? Halen daha güzel kokular bizim için faydalı iken kötü kokular da zararlı mıdır? Bilim sayesinde insan ilerledi, artık bunlara ihtiyacı yok. İnsan evriminde ilerlemek için atalarımızın bu koku gibi pek çok ilkel özelliğini terk etmeliyiz. Homo novus, doğaya karşı zafer kazanmış insandır. Doğadan etkilenmez, doğayı yönetir. İnsan dediğimiz varlık, nasıl ki Homo sapiens’e evrilmişse şimdi de Homo Novus’a evriliyor. Evrimleşenler ve üstünler, üstün olmayanlara hükmedecek. Onları da evrimleştirecek.
- İnsan nihai hedefine varmış olacak... Ve medeniyetin inşacısı olarak, tek tapılacak olan ulu önder Mesih...
Otelden ayrıldılar, Kara Tilki kumarhanenin iğrençliklerini Xea için yeterli görmüştü. Duyduğu anlamsız çığlıklar, bayık ışıklandırmalar ve berbat eğlenceler ikisini de yormuştu.
Otelin terasına inen helikoptere bindiler ve Baf’a doğru yola çıktı. Yolculuk boyunca gürültüden dolayı konuşamadılar, Baf’ın tepelerine helikopter indiği zaman Xea mırıldandı.
- Onlara acıyorum, gerçekten... Onlara bakmak sizin de moralinizi bozmuyor mu?
- Acı çekiyorum, Xea. İnsanların yaşadıklarını gördükçe, dünyayı saran vebadan dolayı acı çekiyorum. Ben, her şeyi hissediyorum Xea... Ben diğer insanların acısını yaşadığım için onlara doğru yolu göstermek istiyorum.
- Çünkü çok yücesin... Şifa dağıttığın o necis dünya, yağmur kuşlarının dönüp dolaştığı dünya... Herkes Mesih’e muhtaç...
Kara Tilki toprak yolda yürümeye başladı ve Xea arkadan, başı eğik onu takip etti. Kimsenin görünmediği patikaları aştılar. Gizlice Baf kalesine girdiler ve kalenin mahzeninden yeraltına indiler. Vardıkları yerde hiçbir şey yoktu. Kimse yoktu, sadece nefeslerinin ve çizmelerinin sesi duyuluyordu. En sonunda Xea merak etti:
- Neredeyiz biz?
Kara tilki cevap vermedi, zaten tapınak da bu sorunun ardından görünmüştü. Bu sefer üzerindeki beyaz ışıklarıyla tıpkı bir gelin gibi hemen önlerindeydi. Tapınak bu ışıklarıyla görünürde olmayan detaylarını da ortaya sermişti artık, etkilenmemek elde değildi.
Hiç yanmamış ışıklarının bir anda tapınağı bembeyaz aydınlatmasının tek bir anlamı vardı: Kara Tilki tapınağa gelmişti. Tapınağın içindeki Dünya’nın gidişatından daimi umutsuz müritler ışıkların güçlü parıltısıyla gözleri kamaştığında çok uzaklardan duyulacak coşku naraları attılar. Kara Tilki kollarını açtı, ellerini havaya kaldırdı ve başını havaya kaldırıp naraları bir beste gibi dinledi.
- Duyuyor musun Xea, nasıl da insanların bana muhtaç olduğunu?
- Duyuyorum...
- Artık yapılması gereken bir şey kalmadı Xea, insanlığın evrimine yalnızca bir yüzyıl kaldı. O zaman geldikten sonra doğru insanlık artık hayvanlardan keskin çizgilerle ayrılmış olacak, ilkel yönlerini yenecek ve yeni mental yetenekler kazanacak...
- Mesih...
Xea bu tapınağı uyuşmuş bir şekilde izlerken Kara Tilki, Xea fark etmeden onu bir yerlere sürüklüyordu. Ancak Kendisine geldiğinde bir şeyi fark etti, Kara Tilki yerden bir kapağı kaldırıyordu.
- Ne yapıyorsunuz Mesih’im?
Kara Tilki hiçbir şey demeden Xea'yı kolundan hızlıca yakaladı ve yerdeki boşluğun içerisine bir anda fırlattı. Xea aşağı doğru sert bir şekilde yuvarlandı ve en sonunda kendisini zifiri karanlığın içerisinde buldu.
-Kara Tilki?
Sert düşüşünün ardından zavallı bedeni acıyı tatmış, üzerindeki zarif kıyafetler paramparça olmuştu. O an uyandı, zihnindeki bütün hayranlık sönmüş ve kendine anca gelmişti. Gerçekten de, sahici olarak kendisine gelmişti. Nasıl zihnine böyle sirayet etmişti kendisine?
Bir yere oturup düşündü neler olduğunu. En mantıklı açıklama Merih’in açıklamasıydı, o zihnine kodlanmış bir programın etkisine girmişti. Artık yapabileceği tek şey, belki de bu zindanda ölümü beklemekti. Merih’in dediklerini düşündükçe aslında neyin ne anlama geldiğini de anladı. O anahtardı, ama bütün görevi Vesta’yı açıp hadi girin demek değildi. O insanın zihnine kilit vuran kısır döngüleri, sıkıntılı düşünüşleri ve saplantıları çözebiliyordu. Bir organizma gibi işleyen Vesta’yı kırmanın tek yolu Vesta’nın adanma halini ortadan kaldırmaktı. Çünkü Vesta sadık bir insan gibi programlanmış, öyle tasarlanmıştı. Bunu anlayınca bir ferahlık çöktü üstüne, yaşadıklarını da anlamlandırmaya başlamıştı. Yaşadığı onca hüzün, saplantı ve sıkıntı aslında onun çözmesi gereken kilitlermiş; dünyaya daha geniş bir açıdan bakmayı öğretmişti bunca şey. Peki şimdi ne oluyordu? Ölüyordu. Hem de hiçliğin tam ortasında, uzayda kaybolmuş gibi feci bir şekilde ölüyordu. Ama en azından şöyle avuttu kendini, içine düştüğü kısır döngüden arınmış yeni Xealar çıkacaktı belki; genetiğine kodlanmayacaktı ama Vesta’nın o kısır döngüsünü kırabilecek kadar çok şey öğrenecektiler belki.
Aklına bir şey geldi. Heralga’nın kendisine Art Diktatör’e gitmeden verdiği broşu şimdi çalıştırmayacaktı da ne zaman çalıştıracaktı? Kenarlarından sıkıştırdı ve sonrasında da avucunda ışıklar vermeye başladı.
“Konum Baf Kalesi, Yeraltı. Karagül ağına bağlanmaya hazır.. Bağlanıldı... Heralga’ya bağlanılıyor... Bağlantı iptal edildi. Yönlendiriliyor...”
Birden broş kendisinden beklenmeyecek gürlükte bir kırmızılık dağıldı. Xea korkup broşu yere fırlattı ve geri çekildi. Broş bambaşka bir cisme bürünüyordu sanki ama kırmızı renk öyle yoğundu ki Xea dönüp bakamıyordu bile... Sonra parçalandı, yok oldu. Böylece Xea’nın son umudu da ortadan kaybolmuştu.