Revirdeki Heralga’nın tam durumunu öğrendikten sonra evine dönmüş, biraz rahatlamak için kendisine güzel bir banyo hazırlamıştı. Hoş, sıcak su onu pek sakinleştirmişti. Sabun köpüğünü alıyor, kırmızı ışık altına tutuyor ve hiç sıkılmadan nasıl da renklendiğini izliyordu. Bunu bir yere resmetse... İşte bunu düşündükçe zamanın nasıl geçip geçtiğinin farkına varmıyordu.
Ona göre sanat böyle bir ruh halinin eseriydi. Bütün sıkıntılara rağmen soyut bir düzlemden gelen ilhamın maddeye tesir etmesi olarak düşünürdü. Belki de bu yüzden tarihteki yöneticiler zenginlik içerisinde yaşarken halkın sıkıntılarını fark etmiyordu. Zira sanat insanı uyuşturuyordu, uyuşturmalıydı da. Ve gerçek hazzın dünyadan kopmakla geldiğine inanıyordu. Uzayın, okyanusların insana bu kadar hoş görünmesinin nedeni de gerçeklikten kopuşu çağrıştırmasıydı.
Daha düşünecekti ki, o esnada kapısı parçalanırcasına çaldı. Sinirlendi, onun bu rahatını gecenin bu vaktinde bozan bu serseri de kimdi şimdi? Kapıdakinin Acelesine karşı meydan okuyormuş gibi önce üzerindeki köpükleri temizlemek için duş aldı, sonra kendi zerrin dantelli bornozuna sarıldı ve ağır adımlarla aşağıya indi.
Kapısındaki manzara epey garipti. Uzun kulaklı, siyah çakal maskesi takmış bir adam gözlerinin bakıyor ve rahatsız edici seslerle nefes alıp veriyordu. Tüyleri diken diken oldu. O an bayılacağını sandı. Ama ayakta durup şöyle bir süzecek kuvveti kendisinde buldu. Adamın üzerinde baldırlarına kadar gelen uzun bir deri ceket ve dar deri pantolon vardı. Eklem yerlerinde de büyük ürkütücü oyuklar görünüyordu. Bu oyukların içi kalaydan halkalarla kapatılmıştı. Ceketinin içine koyu gri, ipek bir gömlek giymişti. Gömleğinin yakalarında ise gözünü alamadığı siyah pırlantalar takmıştı. Gözlerinin olması gereken yerde ürkütücü, zifiri bir boşluk görülse de nereye baktığı anlaşılıyordu.
- Merhaba? Kime bakmıştınız?
- Merhaba Melek Hanım. Şu malum tatsız olayla ilgili birkaç sorum olacak. Beni içeri almak ister misiniz?
Ömründe bu kadar kötü bir sesi hiç duymamıştı. Dijital bir aparat sesini rahatsız edici bir şekilde dışarı vermesine karşın hırıltılar araya karışıyordu. Ne berbattı!
- Siz kimsiniz?
- Kara Tilki.
- Kara Tilki mi?
Bunun bir şaka olduğunu düşündü. Kara Tilki diye biri var mıymış? Varsa da bu muymuş? Her şeyi normal karşılasa da, Ortaköy’ün ortasına kadar nasıl gelebilmişti?
- Evet, Kara Tilki'yim. Esas ismim de Aidan Strawford.
- ...
- Beni içeri alacak mısınız?
- Asla.
- O zaman beni içeri almanız için birkaç şey söyleyeyim. Merih Hakan ile beraber tapınağı ziyaret ettiğinizi biliyorum. Hatta Merih'le Baf’ta epey vakit geçirdiğini ve Heralga ile buluşturduğunu da. Ayrıca Merih Hakan yirmi gün önce yük helikopterlerinden biriyle Kıbrıs'ı terk etti. Helikopterin sahibi ise bir İtalyan’dı. Şimdi beni içeri alacak mısın, Xea?
- Ne dedin sen?
- ...
- Sen bana ne diye hitap ettin?
- Xea.
Xea derin derin nefes aldı. Ona konulan ilk ismi bildiğine göre bu adam sıradan denebilecek birisi değildi. Acaba Karagül ağına sızıp yapay zekâdan bilgi almış olabilir miydi? Belki. Ama Karagül ağına erişebilmesi yeterli bir sebep miydi? Ağa bağlı olan beyin çipleri Karagül ağının protokollerinden çok çok azına erişebiliyorken üstelik. Başka bir sebep olmalıydı, aklının almadığı bir sebep... Bunun düşünürken iç muhakemesine Kara Tilki o hırıltılı sesiyle ara verdi.
- Girebilir miyim?
- Evet... Girin...
Kendini buna mecbur hissetti, ne yapacağını veyahut nasıl davranacağını bilmiyordu. Onu salona davet etti ve bir yere oturttu. O ana kadar sakin görünüyordu ama aklında evde bir silah bulup Kara Tilki’nin alnına dayamak vardı. Yine de kendisini tutup sordu:
- Bir şey ister misiniz?
- Ne tarz bir şey?
- Kahve falan?
- Hayır. Zaten kız istemeye de gelmedim.
Xea iç çekti. Belli ki Türkçe’yi sonradan öğrenen birisine göre ukalalığı da iyi beceriyordu. O da incelik maskesini indirdi.
- İyi madem. Neden buradasın?
- Epey büyük bir talihsizlik yaşadınız ve bu talihsizliğin nedenini araştırıyorum. Sizinkilere göre...
- Bizimkiler kim?
- Karagülcüler. Onlara göre Heralga'nın kendisi düzenletmiş. Siz ne düşünüyorsunuz?
Xea’nın aklından Parazit geçti ama adamı belaya sokmamak için açık vermemeye çalıştı.
- Bir şey düşünmüyorum.
- Nasıl?
- Bir şey düşünmüyorum dedim.
- Bir fikriniz yok mu?
- Bunun için buraya gelmediniz değil mi?
- Seni trenle Mesarya’ya giderken gördüm. Hatırlıyor musun?
- Hayır hatırlamıyorum.
- Öyle olsun, Xea...
Bir süre boş boş bakıştılar.
- Sen kimsin?
- Kara Tilki'yim dedim. Tatmin olmadın mı?
- Olmadım.
- Her şeyden haberim var. Heralga’nın Mesarya’daki komüncülerden suikastçi kiraladığını ve sonra yakalandığından haberim var. Ancak... Suikast gerçekleşti. Nasıl biliyor musun?
- Nasılmış?
- Suikasti tapınak yaptı. Dahası... Heralga’nın suikasti tasarlamakla suçlanmaktan kaçamayacağını da söyleyeyim. Gözden düşecek ve belki şu köşk elinde kalan tek şey olacak. Tabii... Sen engellemezsen.
- Ne istiyorsun?
- Benimle gelmeni.
- Nereye?
- O seni ilgilendirmez.
Xea iyice gerilmiş, bütün vücudu titriyordu. Kara Tilki sadece elini ona doğru uzatsa bile hemen sehpanın altından silahı çekip saldırmaya hazırdı. Bir şey demedi, karşılıklı bakıştılar sadece. Sonra Kara Tilki, şu sözleri sarf etti:
- Güneş doğduğu zaman yağmur kuşları mezarlıklara şifa dağıtacak.
Ve Xea'nın zihni bu cümleyi duyar duymaz bir an durdu. Ne duyabiliyordu, ne hissedebiliyordu ne de düşünebiliyordu. Tek hissettiği şey bilincinin hiçliğe sıkışmasıydı. Her şey puslu, karanlık ve sonsuzluğun içerisinde kaybolmuştu.
Uyandığında başı ağrıdan ortadan ikiye çatlayacak sandı. Baygın gözlerle etrafında ne olduğunu anlamaya çalıştı, o küvetinin içindeydi. Sonra Kara Tilki'yi ve son konuşmaları hatırladı. Suyun içerisinden kalktı ve ışığı yaktı. Odadan çıkacaktı ki bir kapı kolundaki notu gördü.
“En yakın sürede Maraş’a gel. İmza: Vulpo Noir”
Nota bakınca zihninde bir bulantı hissetti. Ayakta durmakta zorlandı ve kendisini tekrar küvetin içine attı. Bir müddet daha o baygın halini sürdürdü ve ne olduğunu tekrar bir aklından geçirdi.
“Güneş doğduğu zaman yağmur kuşları mezarlıklara şifa dağıtacak”... Bu cümleyi iyi hatırlıyordu, ancak ne olduğuna dair hiçbir şey şeyi hatırlamıyordu. Nota tekrar baktı... Gidecekti, ancak bunu Heralga için değil bizzat kendisi için yapacaktı.
Karagül’e karşı hislerinde düşmanlık yoktu ama... Kara Tilki gözünde kutsallaşmış, yücelmiş ve düşündükçe içine ferahlık verir olmuştu. Dünyayı değiştirmek için dünyadan kaçmak, koşulları reddetmek ve özgün kurallar koymak gerekirdi. Her şey insana özgü olmalıydı ve bu ancak Kara Tilki’nin kutsallığının ışığında gerçekleşebilirdi.
Xea bunu kendisine ancak itiraf etmişti. Evet, buna inanıyordu ve bunu istiyordu. Farkında değildi ama, Kara Tilki’nin sarf ettiği cümleyle bilinçaltına yerleştirilmiş bir etki tetiklenmişti. Kara Tilki’yi düşünmek, adanmak onda mistik bir şevk uyandırıyordu. İnanıyordu ki o aradığı mutlak giden yolu vaaz ediyordu, bunu anlamış ve en önemlisi hissetmişti.