Merih uzak diyarlara giderken Xea’ya kalan tek şey acı hislerdi. O gittikten sonra melankoli zehri nüksetmiş ve bir daha da yatışmamıştı. Gidişi onun ufak dünyasında faciaydı. Bu öyle bir facia ki karmaşa ruhunu teslim almış, kapanmayan bir yaraya dönüşmüştü. Elinde kalan tek şey, kendisine kızgınlığı oldu. Gidişine sevinecek kadar basiretten ve içgörüden uzak olduğu için kızıyordu kendisine.

Bir şeye inandı, bu dünyanın ağırlığı ve kargaşası fazlaydı. Her şeyin maddevi kurallar dahilinde var olduğu, haliyle dengeden yoksun, bir dünyaya ona göre değildi. Onun bir yönü öncesiz hiçlikte kalmıştı. Kendi benliği, ruh alemi karanlığın esaslarına göre şekillenmişti; cismani alem zihninde ezelî değil yalnızca bir misafirdi. Bu alemin hiç sona ermeyen değişimi ona en hiçbir şey katmamıştı.

Hayal dünyasına kapandı, kendi zenginliğiyle yetinebilirdi. Orada Merih de vardı huzur da. Dengeyi sağlaması için ihtiyaç duyduğu ancak bir arada tutamadığı her şey bir aradaydı. Artık sevimsiz Mesarya’yı Çin gülleri sarmış, Kanlıdere ise güldür güldür şarap akan bir ırmak olmuştu. Bütün bu güzelliklerin üzerindeki gökyüzü de, o içinden kaçtığı haileyi taklit eden aynaydı.

Uzun bir uykuya yattı. Uyanıktı ancak rüyalar dalga dalga yükseliyor, hiç kimsenin göremeyeceği diyarlara onu alıp götürüyordu. Yokluğun kademeleri, varlığın kademeleri ve ayrıca bu ikisinin bir arada olduğu “denge” kademeleri... Hepsini teker teker yaşıyordu. Ama bir gün uyanmak zorunda kaldı bu üzerlik uykusundan, bir kapının tıkırtısıyla...

Heralga... Artık çok uzak bir yıldızdan ona sesleniyordu sanki. Seçtiği kelimelerden nefesinin alıp verişine kadar, her şey yabancıydı. Artık geri dönüş çağrısı yapıyordu ona, kapıyı kapatıp gittikten sonra istemeden aynaya dönüp baktı. Bir ceset gibi solgun, canlılığını yitirmiş bir beden vardı orada.

Ayağa kalktı. Odasını havalandırdı, soğuk suyla kendisine geldi, kendisine gelişigüzel bir elbise seçti ve mercandan takılar taktı. Bu işlerden sonra Heralga ile beraber hava almak için kısa bir Lefkoşa gezintisine çıktı. Olduğundan daha kalabalık geldi ona Dereboyu, sokaklar çeşitli dilleri konuşan beşerle dolup taşmış ve esmer, kara, sarı ve beyaz benizlilerle süslenmişti. Hayret etti insanoğlunun bu çeşitliliğine, birbirine nasıl benzemediğine.

Ortaköy’e geri dönünce burada da ayrı bir hareket gördüler. Ağaçlar yeşil fenerlerle süslenmiş, gölet ise yakamozlarla parlatılmıştı. Herkes pek şık giyinmişti. Hatta öyle ki; dantelli boyunlukları, işlemeli elbiseleri ve zarif ziynet eşyalarını gördükçe eve kaçıp daha da süslenmek istemişti.

Birkaç saate rütbesi olmayanlar karagül ağacının altında huzur içinde felekten bir gece geçirirken şaşalı üniformalarıyla yüksek rütbeli askerler ana merkez binasında tartışmalar arasında boğulup gidiyorlardı. Ama kimisi öyle bıkmış ve kopmuştu ki bu sonu gelmez hararetten her şeyi bırakıp artık keyif yapmaya dönmüşlerdi. Ellerinde ametistten kadehlerle gökyüzünü süzüyor, ihtişamıyla efsunlandıkları yıldızları ve onların mitolojisini düşünüyorlardı. Bu gece Mars da iyice parıldamıştı mesela, kırmızı kırmızı.

O esnada, Karagül içerisinde takdir gören ağır toplardan birisi bakır kaplama sütunların arasında bir konuşma yapıyordu. Başta çok önemsenmedi konuşması, ancak sesinin tonundan mıdır yoksa başka bir şeyden mi, sonlara doğru salonu bastırıp kendisini ön plana attı.

”..konuşmamı devam ettirirken Karagül’e yeni katılmış kişilere dünya siyaseti üzerindeki fikirlerimi belirtmek istiyorum. Dünyanın geldiği son aşama incelendiğinde, Üçüncü fraksiyon olan Cryogenic ne başlangıçtır ne de sondur. Cryogenic yalnızca bir istila kuvvetiydi, elde ettiği meşru bir kanaldan her yeri istila eden bir işgalciydi ve en sonunda kendi hedeflerinin çok çok altına razı olmak zorunda kaldı. Nitekim böylesine agresif bir güç er ya da geç büyük bir düşmanlıkla karşılaşacaktı. Var olmak için geri çekilmeyi seçtiler. Onları zayıflatan Mavi Komünizm ise onların ardına gelen yeni çağın kurucusu oldu. Mavi Komünizm yayılmacı bir doktrin olmadı. Diğer devletlere bir doğruyu dayatmak yerine, hangi ideoojiye sahip olursa olsunlar yalnızca müttefik olmasını yeterli gördüler. Devletler ve örgütler arasında bir barış ortamını inşa ederek Cryogenic’i püskürttüler ve bu inşa ettikleri barış ortamını sürdürmeye devam ettiler. Fikrimce... Anarşistler olarak Mavi Komünistlere çok şey borçluyuz. Ama Mavi Komünizm, kendi başlattığı bu çağın gereksimlerini karşılayamaz. Dünya felsefeleri hiçbir şeye cevap olamaz, hiçbir şeyi çözümleyemez. Tapınağın çığlıkları yükseldikçe, Mavi Komünizm de medeniyet algısına esir düştü. Bu medeniyet algısı, her bir detayın ince detaylarla tasarlanmasıyla ortaya çıkan bir illüzyon. Öyle ince detaylar var ki ortada, buna duyulan hayranlık kusurlara dair bir inkarı ortaya çıkartır olmuş.

“Biz acımasızlıkla zayıfın yok edilmesi gerektiğini öğütleyen vahşilerden değiliz. Karagül’ün de bir medeniyet anlayışı vardır ancak bu medeniyet kesin kurallar ve kalıplarla belirlenmiş, bir parçası dahi değişirse felaketle sonlanacağı söylenen bir medeniyet değildir. Biz maddeyle ve insanla savaşan, onu en ufak parçasına kadar asimile etmeye çalışan bir medeniyeti asla savunmadık ve savunmayacağız. Bizim anlayışımız barışçıdır. Uyum sağlayan, doğayla bütünleşen, onun bir parçası olmaktan utanmayan bir medeniyet anlayışına sahibiz. Bu yüzden keskin prensiplerimiz ve kurallarımız olmadı. Belki de hiç olmayacak.”

Heralga dahasını dinleyemedi çünkü bir el omzuna dokunmuştu. Başını çevirip baktığı zaman Karagül’ün saygın ve tanınır üyelerinden birisini gördü. Ne olduğunu sorunca da kendisiyle gelmesini “kibarca” rica etti. Evet belki kibarca sözcükler kullanmıştı ama, gerek ses tonu gerekse vücut dili gayet buyurgandı.

Karagül ağacının karşı tarafındaki bu ana binanın bodrumuna inip de nim muzlim al ışıklarla aydınlanmış koridorlara denk gelince Heralga işin ciddiyetini ancak anladı. Zaten en sonunda işkence odasının kapısına varınca da isyan etti:

Kırklarındaki yağız, cevap vermeye gerek duymadı. Onun yerine sessizce kapıyı araladı. Allegron Boidau, sandalyeye bağlanmıştı. Hâli epey fenaydı. Sürekli kıpırdanıyor, ani tepkilerle hareketleniyor ve tam galeyan edecekken duruluyordu. O zaman da Fransızca veya Degli Liberta İtalyancası bir şeyler söyleniyordu. Bu vaziyeti görünce Heralga’nın içi ezildi, sinirle sordu:

Cevap vermedi, belinden silahını çekip Allegron’u Heralga’nın gözü önünde vurdu. Yaşlıca adam daha da sinirlenerek:

Lafını bitirince de Heralga’yı kendi iç hesaplaşmalarıyla baş başa bıraktı. Aslında hiç sevmezdi Allegron’u lakin ne olursa olsun kendi fikirleri ve inançları için kahramanlıklar yapmış bir adama böylesine ölümü yakıştıramamıştı. Belki eceliyle ölürdü, belki de birisi alırdı canını. Ama çirkin bir delikte, sırf para uğruna böyle fena bir şekilde öldürülmek... Üzülmemek elde miydi?

Gerçi onu düşüneceğine biraz kendisini düşünse de iyi olurdu. Bu mesele duyulur duyulmaz, ki muhtemelen de duyulmuştur, bir çeşit entrikacı olarak damgalanacaktı. Sonrasında da Karagül’de yapayalnız kalacak, örgütün politik hayatından dışlanacaktı. Hadi Karagül neyse, bir de Mesarya kampına da hesap vermesi gerekecekti.

“Olmuşla ölmüşe çare yok” diye içinden geçirdi ve iyisini biraz gidip Xea ile kafa dağıtmakta gördü. Yanına gitti. Balkonda kendi başına bir köşeye çekilmiş çarşaf gibi uzanan Lefkoşa’yı izliyordu. Yaklaştı iyice, biraz sohbet etme bahanesiyle. Ama zil zurna sarhoş olduğunu keşfetmesi zor olmadı:

Xea, Heralga ayrıldıktan hemen sonra sızıvermişti. Uyandığında esmer bir garson onu ayıltmaya çalışıyordu.

Xea uyanmıştı, fena bir baş ağrısıyla beraber. Ağırca yerinde doğruldu ve seslendi:

Xea sağ köpek dişini sıktı.

Bulanık bir şekilde Heralga’nın dediklerini hatırlamaya çalıştı. Sadece “Allegron’un avlandığını” hatırladı. Ne garip işti bu, tam da sızıp kalacak vakti bulmuştu...