Tattığı ikinci yağmurdu bu. Xea için tatlı bir anıydı, şu insanı kavuran çölden farksız ova için de bir lütuftu. Gökyüzü uzun zaman sonra ilk kez bu kadar duru, hava ise ilk kez bu kadar ferahtı. Üzücü olan bu ferahlık iki gün bile sürmeyecekti ama yağmuru daha uzun bir müddet görülmeyecekti.

İnce, uzun sütunun korkuluklarına sırtını yaslanmış gelene geçene bakıyordu. Meydanın bütün detaylarını ezberlemişti. Mesela hangi zamandan kaldığı meçhul eczane ve onun tam aksindeki çift çatılı sarayı pek kolay kolay unutamayacaktı. Şu geldiği yoldan da mutlaka birine söz edecekti. Yeşil panjurlu, kum taşı renkli yüksek binaların sardığı kesme taşlı yol en sonunda Arasta’ya kadar uzanıyordu. Sokağın ismiyle müsemma, binalar birbirine asmalarla bağlanmıştı. Maksat gölge olsun, insanlar dolaşmaya heveslensin.

Merih yanı başında belirdiğinde boş bulunup ürktü. Manzaraya öyle dalmıştı ki kimlerin geçip gittiğini düşünmekten, neler yaşanıp neler bittiğini hayal etmekten kendi cismani varlığını unutmuştu. Hemen ayaküstü sohbet ettiler. Baf dönüşü Gemikonağı’ndan ayrılınca neler yaptıklarını konuştular. Merih’i özlemişti içten içe ancak Heralga’nın söyledikleri onu tedirgin ettiğinden beri içini o kadar rahat açamıyor, hislerini ifade edemiyordu. Hoş, evinin adresini düşmanlarına afişe eden bir kadına nasıl güvenebilirdi ki?

Onu, hiçbir şeyden haberi yokmuş edasıyla, Heralga’yla tanıştıracağını söylediğinde Merih hemen tedirgin oldu ama bir şey de diyemedi. Alı al, moru mor yürüdü Kumarcılar hanına Xea ile beraber. Xea, Heralga’nın içeride olduğunu söyleyince Merih son anda geri çekildi.

Cevap vermeden Merih’i elinden çekti ve Heralga’ya seslendi, o da sanki kırk yıllık dostuymuş gibi ağırladı onları. Oturttu ikisini de çilingir sofrasına yan yana, hâl hatır sormaya başladı. Merih’in içinden kaçıp gitmek geçiyordu ancak dizinin üzerinde duran Xea’nın eli bir balyoz gibi ağır geliyordu ona. Yüz halini gördükçe Heralga’nın kahkaha atası geliyordu, nasıl korkmuştu Merih... Dizdirdi bodirileri masaya, sonra da süslü kristal şişeden içkileri boşaltıp servis etti.

Merih dalgınlıkla aldı içkisinden bir yudum, daha ne olduğuna bile dikkat etmeyerek. Kursağında ateşler yükselince hemen fark etti ne olduğunu:

Xea Heralga’yı daha fazla hararetlenmeden durdurunca, o da fazla uzatmadan lafa girdi.

Heralga başını salladı. Xea’ya döndü baktı, ilgisiz görünüyordu.

Heralga cevap vermedi, mezelerden çatal çatal götürmekle meşguldü. Xea ise... Bodirisini dikti kafasına, sonrasında da tek bir kelime etmedi. Merih, bir müddet ne olup bittiğinin muhakemesini etti kafasında. Kalkıp gitse ve sonra da hiçbir şey olmamış gibi yaşamaya devam etse... O esnada, Heralga’ya göz ucuyla bakıştılar... Yok yok... Nefes aldırmazdı. Neden kendisini çoktan öldürmemişti ki bu adam? Ne biliyordu da, yaşamasına müsaade etmişti?

Heralga lafa girdi.

O sırada, yanakları kıpkırmızı Xea lafı böldü.

Merih yutkundu.

Xea aniden bağırarak şarkı söylemeye başlayınca ikisinin de dikkati dağıldı. Heralga da ne söyleyeceğini unuttu.

Heralga yine uzunca lafa girecekti ki, sarhoş Xea bağırarak dikkat çekti.

Bu sefer Xea’nın fenalaşması böldü lafını. En sonunda onu kusturdular ve böylece biraz biraz kendisine gelebildi. Biraz dinlenip elini yüzünü yıkadıktan sonra yemeğine devam etti. Fakat yine de ne olup bittiğinin farkına varacak kadar uyanmamıştı. Fakat kendisine geldiğinde şu günü, içinde ince bir sızı bırakan tatsız bir gün olarak anacaktı.