Gökyüzü, esirden bir bindallının üzerindeki gümüş sırmalar misali takımyıldızlarla örülmüştü. Ayaz öyle bastırmıştı ki, sokaklarda kedilerden ve evine hızla dönen insanlardan başka kimse yoktu. Bir tek, sesi soğukta büzüşmüş müezzinin sesi duyuluyordu. O da hızlıca ezanını okuyup kaçınca Xea’nın yüzünü uyuşturan rüzgarın ve adımlarının sesi dışında hiçbir şey kalmadı.
Baf kapısından geçip kendi semtine vardığında elini bir yere dayayıp nefeslendi. Nabzı yüksekti, sanki davullar kalbinde çalıyormuş gibi göğüs kafesinden gelen ses beynini sarmıştı. Tapınak... Hiyerarşi... Bütün yol boyunca aklından hiç çıkmadı. Buruk bir his buradan hiç ayrılmaması gerektiğini söylüyordu. O bu evlere, içinde yaşayan insanlara ve en önemlisi Karagül’ün kara sancağına aitti. Baf, onun kendi ufak dünyasındaki yasak elmaydı.
Hiyerarşi’nin ülküsünün tek muhatabı olarak, Karagül’ün mefkûresi oldukça zayıf görünüyordu. Hiyerarşi, insanları bambaşka bir dünyaya umutlandırıyordu. Yalnızca geleceğin olduğu, soyut akıllarla kurulmuş bir dünyaya... Karagül için gelecek yoktu, yalnızca geçmiş ve şimdi vardı. Karagül için önemli olan geleceğin asla gelmeyecek planları değildi, bunu reddetmiş hatta lanetlemişti bir kere. İnsanoğlu, hiyerarşinin güzel hayalleri dururken Karagül’ün kargaşacı umutsuzluğunu tercih eder miydi? Hiyerarşi güzel hisler aşılıyordu; Karagül ise medeniyetin sahteliğine dair duyduğu öfkeyi, nefreti. Hiyerarşi aklı yüceltirken Karagül hisleri yüceltiyordu. Hiyerarşi için “his” bir anlamsız kelimedir, her şey akılcı mantıkla yalnızca gelişime işaret edilmişti. Gelişim sürmeli, devam etmeli ve bir an olsun asla durmamalıydı. Tek geçerli şey ancak bu olabilir.
Peki ama sürekli gelişim mümkün müydü? Bu gelişim bir an bile mi duraksamayacaktı? Mümkün değil, bu ancak bir illüzyon olabilirdi. Ama nasıl bir illüzyon? Tapınak bir simülasyon yaratıyordu. Bu simülasyonun gereği her şey tapınakla beraber iyileşirken tapınağın tesir etmediği her şey hastalıklıydı. Bu yüzden gelişim aslında bilinen anlamıyla nesnel bir gelişim değil, bu simülasyonun yarattığı bir illüzyondu.
O zaman şunu sormalıydı kendisine, nasıl olur da hiç düşünmeden benliğinin en derinlerine kadar bu simülasyon sızmıştı? Bir kabulden ziyade hayranlık meselesiydi. Daha ne olduğunu anlayamadan tapınağın o ihtişamı aklını başından almış, bilincini susturmuştu. İçerik yalnızca kara bir fütürizm taraftarlığından ötesi olmasa da zihnine sızan o görüntü her şeye üstün gelmişti.
Ve... Simülasyonu yaratan Hiyerarşi değil, bizzat kendisiydi. Gizli hayranlığın yarattığı hislerin altında tapınağı haksız düşünemezdi. Yanılmak istemiş ve yanılmak için tapınağın doğal olarak haklı olduğu bir farklı bir gerçeklik kurgulamıştı. Bu simülasyon yalnızca onun zihninde yaşamıyordu, Hiyerarşi’nin pek çok takipçisi de simülasyonu paylaşıyordu.
Evine vardığında içerisi epey sıcaktı. Önce umursamadı, hatta daha da uykusu geldi ve üzerindekileri çıkartarak üst kata tırmandı. Üst katta kıyafetlerini bir yumak yapıp kirli sepetine attı, sonra da çırılçıplak odasına girdi. Ancak içeride birisi vardı. Tüyleri ürperdi. Yumuşacık yatağının üzerinde, aşina olmadığı yapılı bir beden oturuyordu ve odasını ışığı ile dolduran dolunayı izliyordu.
Sesinde ürkünün titremesiyle bağırdı:
- Sen kimsin!?
- Korkma...
Xea sorusunu yineledi, o da tekrar “Korkma” diye cevapladı. Ama nasıl korkmasın, pirinçten maskesiyle en mahrem yerine sızmış bir yabancıydı o.
- Ne işin var evimde?
- Korkma... Sana bir şeyi haber vermem gerekiyor. Sonra, beni görmedin.
- Kimsin sen? Onu söyle! Kimsin sen!?
Xea’nın sesi yükselince ani bir sessizlik belirdi.
- Bana “Parazit” derler, Xea. Sen ve Heralga gibi yapay bir insanım. Vesta’da doğdum ve tapınağa hizmet ediyorum.
- Vesta mı?
- Evet, Vesta.
- Neden buradasın?
- Bir haber iletmeye...
- Ne haberi?
Parazit derin bir nefes aldı, başını salladı.
- Heralga’ya suikast düzenleyeceğim.
- Ne? Ne zaman?
- Kutlamada. Hani... Sizin birilerini düzenlemek için Mesarya’da kararlaştırdığınız kutlamada.
- Ne!?
- Bizi durduramazsınız, alacağınız önlemlerin hiçbir önemi yok. Suikast gerçekleşecek, tabii Heralga o gün kutlamaya katılmazsa gece tek parça olarak sıcacık yatağında uyuyabilir; ben de üstlerime suikast başarısız derim.
- Ne diyorsun sen be?
- Heralga’yı öldürmem emredildi ama onu öldürmek istemiyorum.
- Niye be? Öldüreceksen öldürmen lazım.
- Haksız değilsin. Ama Heralga ile eski bir hukukumuz var, hainliğine rağmen onu severim.
- Ne hainliği? Kime hainlik etmiş?
- Bize, Vesta’ya, barış dolu geleceğimize. O daimi savaşın olduğu korkunç bir dünyanın insanlık için daha iyi olduğunu zannediyor. Davamızı hiçe saydı, Vesta’yı hiçe saydı. Eceliyle ölmesine izin mi vereceğiz? İnsanlığın geleceğini bu kadar kolay harcamasına, mutlak barışın celladı olmasına göz mü yumacağız? İnsanlığı bir gün, makine kadar uysallaştıracağız, Heralga’ya rağmen!
- E git öldür madem!?
- Öldüremem. Hislerim... Elimde olan tek şey. Bunu yapamam. Kutsal Virüs, maddi hislerimi elimden aldıktan sonra benim ruhani hislerime rehberlik etti. Bir katildim ben şu güne kadar, şimdi arındım. Hassas bir yürek taşıyorum. Nasıl olur da Heralga gibi kıymetli bir anıya kıyarım? Onu öldürürsem... Bir caniden farkım olmaz. Onu ben öldürmeyeceğim...
- Kim öldürecek!? Konuş be herif, bıktım şu senin süslü laflarından!
- Sen öldüreceksin... Sen de bizdensin, Kara Tilki’nin emrine girmen yalnızca bir lafına bakar. Sonra da bir kısır döngünün içerisinde kaybolur gidersin.
Xea öyle sinirlendi ki adeta cinnet geçirdi. “Kısır döngü” sözüne nedense epey kızmıştı. Sinirle temizlik sopasını çekti, adamın kafasına öfke naraları ile indirdi. Ancak adama hiçbir şey olmadı. İçinde süzülüp gitti o sopa, şaşkınca bakındı. Sonra da adam hemen arkasında belirdi.
- Xea olmanın istidatını kazanmak kolay mı sanıyorsun? Vesta’nın anahtarı olduğunu söylediklerinde gidip sadece kepengini açacağını mı sandın?
Xea sopayı arkasına salladı ama yine havaya savurmuş oldu. Nefes nefese etrafına bakındı, adam odanın bambaşka bir yerindeydi. Yine saldırdı, yine sopayı boşlukta sallamış oldu. Odanın her yere dağılmış hologramlarına saldırıp durmak onu daha da kızdırmıştı. Bu sefer adam camın kenarındaydı. Yine çıldırmışcasına üzerine saldırdı. Ancak Parazit bu sefer metal elleriyle sopayı tuttu, Xea’yı havaya kaldırdı ve yatağın üzerine savurdu. Sonra camı açıp pervazına tırmandı, şu sözleri de söyledikten sonra Surlariçi’nin derinlerine doğru kayboldu:
- Nasıl ki hologramlarıma düşünmeden saldırıyorsun, o kısır döngüye de böyle gireceksin. O kısır döngüyü yaratacak olan sensin. Ancak ona mahkum değilsin, onu aşacak olan da yine sensin.
Sözünü söyleyince de uçtu gitti, Xea da arkasından camın açık pervazına bakakaldı. Ne hâli kalmıştı bağırıp çağırmaya, ne de gücü isteği. Zaten saçmaydı yaptığı. Hatta teşekkür etmesi gerekirdi uyarısı için. Yatağına uzandı, Hristiyan merhumlar gibi ellerini karnının üzerinde birleştirip gözlerini kapattı. Hemen uyuyakaldı. Huzurlu rüyalar gördü, birkaç saat sonra camı açık unuttuğu için titreyerek uyandı. Kalkıp kapattı. Daha da uyku tutmadı. Ortaköy’e gidip Heralga’ya bunu anlatmalıydı.
O uyurken çoktan yağmur bastırmış, toprak kokusu etrafı sarmıştı. Ortaköy eşrafı da bu yağmura hiç aldırmamış, kayıklarla kompleksin ortasındaki gölete açılmışlardı. Rengarenk şemsiyeler altında birbirine fasıllar söyleyen nice insan... Biraz izledi onları, sonra da hızla Heralga’nın höyüğüne tırmandı.
Heralga da kahvesini almış köşkünün önündeki çardakta yağmurun altındaki manzarayı izliyordu. Xea’yı görünce samimi bir şekilde gülümsedi, onu oturttu ve kahve teklif etti. Xea istemese de sanki üzerine vazifeymiş gibi içeri gidip kahve hazırladı. Kahve hazırlama molası en azından söyleyeceklerini kafasında toplamaya fırsat olmuştu. Kahvelerle geri geldiğinde neye nasıl anlatacağını biliyordu.
- Dün evime Parazit diye bir adam geldi.
- Evet?
- Biliyor musun? Vesta’danmış.
- Biliyorum tabii.
Heralga garipsememişti, sanki aşağı bakkalın sahibi tarif ediliyordu..
- Sana suikast düzenleyecekmiş...
- Yiyorsa düzenlesin.
- Nasıl ya? Hiç mi korkmadın?
- O hırtapozda o yürek yok bir kere. Aha buradayım, sittin seneden beri buradayım. Yerim belli yurdum belli, gelip öldürseydi şu vakte kadar madem. Ama dediğim gibi, onda o yürek yok.
- Ama emretmişler adama.
- Öl-dür-e-mez! Ben onun ruhunu söker alırım da yine de bir şey yapamaz o. Adam olsa Karagül’e katılırdı. Ama korktu, Karagül’ün onun hayatında bir şeylerin değiştireceğinden korktu. O yüzden, öldürsün de görelim.
- Sana dostum diye hitap ediyordu ama.
- Hadi len. Onunla muhabbetimiz o bana ihanet edince gitti. Hoş, bir şey kaybetmedim ama ağır kazık attı zamanında.
- Ne kazığı?
- Karagül’ü kurduğumuz zaman Üsküdar’daki adresimi Cryogenic’e bildirip Kıbrıs’a sürdüren oydu. Aklı sıra beni engelleyecek ve Karagül’ün kurulmasına engel olacaktı. Hoş, ne fark etti? Şu ağacın tohumunu Üsküdar’da atmadık da Lefkoşa’da atmış olduk.
- Hangi ağaç?
- Aha şu...
Heralga’nın parmağını işaret ettiği yöndeki göletin ortasında büyükçe bir gül ağacı vardı. Güller simsiyah, yaprakları da sarıydı. Böyle bir şeyi nasıl görmemişti? Ama fazla inceleyemeden Heralga lafa girdi.
- Hiçbir şeye tesir edemedi zavallı... Öyle de dolaşadursun. Beni devirmek kolay iş değil, yapabilecekse buyursun da görelim.
- İyi madem... Evimi nasıl buldu?
- Merih diye bir kadın sayesinde. Tapınaktaki ajanlarımız iletti. Hiç öyle birisini duydun mu?
Ani bir refleksle:
- Hayır, duymadım
Heralga kızdı.
- Hadi oradan yalancı, hadi... Araştırdık bu Merih kimmiş diye, oda arkadaşın çıktı. Ece de nasıl güvenli bir yer seçtiyse sana artık. Üstüne Arabahmet’teki evine almışsın. Neyse, benim hatam. Seni o kadar başıboş bırakmayacaktım.
- Senin kusurun değil, yaşamam gerekiyordu. Onlarla tanışmadan nasıl onları tanıyabilirdim ki? Bu yüzden Baf’a git...
- Ne!? Baf’a mı gittin? Oh! Oh! Maşallah. Kara Tilki’nin kucağına atlasaydın direkt?
Xea nasıl boş bulunup şu lafı ettiğine şaşırdı. Denir miydi bu şimdi?
- Kızdın mı?
- Tabii kızdım lan. Ama neyse olmuş artık. Yapmaman gerektiğini sen kendin de biliyordun da yapmışsın işte. Aklını mı çeldiler yoksa seni çeken bir şey mi vardı bilemem.
- Aslında... Baf’a gidince bir şeyi fark ettim. Hani onca ritüelin, atmosferin hedefi ne? Haz hakkında... Çok sert laflar ediyorlar ancak kendileri de bir nevi tarif ettikleri medeniyet kavramından haz duymuyorlar mı?
- Duyuyorlar; hem de putlaştırarak. Tapınağın görüşleri aslında tamamlanmamıştır, yarımdır çünkü çelişkilidir. Bir yandan vicdan der, onu tabiri caizse fetiş nesnesi haline getirir ancak vicdanın gerekliliğini tam olarak tanımlamaz. Çünkü vicdan da bir yerden sonra haz nesnesi olur. Ya da medeniyet der, ancak insanların aklında yalnızca bir resim yaratır ve bırakır. Bu resim öyle güzeldir ki hayranlıkla bakarsın. Ama bu medeniyet tarifinin derinliği yoktur, yalnızca bir resimdir. Hiçbir şeye fayda etmez ritüeller üzerine kurulmuş, nasıl işlediği konusunda kimsenin bir fikir sahibi olmayan bir resimdir o medeniyet dedikleri. Onun bir parçası olmayı arzularlar ama aslında öyle bir medeniyet yoktur. Bir film seti gibidir, her şey kurgulanmış ve öyle olması için hesaplanmıştır; çok üstün bir medeniyet illüzyonu vardır ortada başka da bir şey yoktur..
- Ve bu imajlar üzerine kurulmuş yalancı medeniyet, hiçbir şeyin değişmediği bir dünyayı ortaya çıkarır.
- Evet be kızım. Anarşizm bir çağı bitirdi fakat yeni bir çağ başlatmadı. Yeni bir çağa hazırlık var. Şu an o kadar çok seçenek var ki, insanoğlu şu ana kadar ki bütün tecrübelerini kullanarak bir seçim hazırlığı yapıyor. Medeniyetleri birbiriyle kıyaslamak çok kolay, çünkü artık apaçık bir şekilde birbiriyle kıyaslayabilir haldeyiz. Kısaca, zamanların birliğini yaşıyoruz şu anda. Kara Tilki’nin doktrini ise hangi çağı temsil ediyor, onu henüz bulamadım.
Xea daha üzerine laf etmedi, Heralga da manzaraya dalıp gidince kapattığı kahvesini açıp kendi falına baktı. Şurada bir kedi, tabakta bir kedi, orada bir kedi. Bütün telve kediden ibaretti. Acaba zihni öyle yorumlamaya mı müsaitti yoksa kahveyi sıcak kapattığı için mi kediler toplanmıştı? Her yerde ama her yerde kedi görüyordu. Sinirle masaya fırlattı fincanı,
- Ne oldu?
- Merih nasıl bana böyle bir haltı yapar?
- Ha... Evini söylemesi mi?
- Evet! Nasıl ya? Nasıl!? Ben ona güvenip evine almışım. Onun yaptığına bak.
- Merih tehlikeli bir kızdı, en sonunda Karagül’den postalamak zorunda kaldık.
- Karagül’den mi postaladınız?
- Bize ihanet etti, biz de örgütten atmak zorunda kaldık.
- Nasıl ihanet?
- Şimdi... Kız zenginleştirilmiş skopolamin kullanıyordu askerlerin üzerine. Askerlerin zihinlerini esir alıyor, kendisine bağlıyor ve istediği ne varsa yaptırıyor bu madde sayesinde
- Nasıl ortaya çıktı?
- Birisi üstüme skopolamin fırlatıp kaçınca bunun nereden geldiğini anlamaya çalıştım. Örgüte Merih’in soktuğunu öğrendim. Kıbrıs’ta Kolombiya bağlantılı kartelleri biraz araştırdım. Normalde zenginleştirilmiş skopolamin köle eğitmek için, kapkaç veya insan avlamak için kullanılıyor. Kıbrıs’ta iyi kötü pazarı var anlayacağın. Baktım zamanında örgütte kilolarca skopolamin satın alınmış, bir şeyler yapmak gerek.
- Yapma ya... Neden yapmış? Tapınak için mi?
- Bilmiyorum, öğrenemedik. O kadar işkence ettik, ancak hiçbirisini açık etmedi. Öldü sanıp bırakmıştım onu ama ölmemiş. Dedim ki salın, ne hali varsa görsün. Öğrendiği de onun olsun yaptıkları da. Gözüm görmesin yeter ki. Sonra işte hiyerarşiye katılmış.
- Ama hiyerarşi... Hiyerarşiyi de sevmiyor pek.
- Bilmiyorum. Kıbrıs’ın taşı toprağı gizemlerle dolu. Konuşturabilmeyi çok isterdim de konuşmuyor işte.
- Onu Kıbrıs’tan uzaklaştırmalıyız. Başımıza bela olacak çok şey biliyor.
- Peki ya nasıl, Melek?
- Aslında... Zorla onu yollayamayız. Kendi isteği ve dileği ile gidecek... Ona bir şekilde rica edelim, o da güle oynaya gitsin.
- Sen Merih ile bir buluşma ayarlamaya çalış. Ben de ona karşı ne yapabileceğimizi düşünürüm.