Xea, tapınağın zarafeti karşısında efsunlanmıştı. Tapınağın tam önündeki gözleri ve kulakları bağlı, iki elini göğüslerinin üzerinde birleştirmiş rahibe heykeli hemen onu selamlıyordu. Tıpkı o heykel gibi olmalıydı bu tapınakta... Duymamalıydı, hiçbir şeyi görmemeliydi, yalnızca kendi içine kapanıp düşünmeliydi. Bu devasa heykel insanın kendi iç dünyasındaki huzuru temsil ediyordu. Mutlak huzur, yüzleşmekle başlıyordu. İnsan, var olduğunun ötesindeydi ve gizli kalmış potansiyelini açığa çıkarmak için duymamak, görmemek ve hissetmemek zorundaydı. Kısaca, insan tıpkı bu heykel gibi maddi dünyadan ayrılmalıydı. Heykelin başının üstünde üç yüz altmış tane kolu olan bir saat vardı. Saat, her bir olayın tekrar tezahür edeceğini ve hiçbir şeyin kaybolmayacağını temsil ediyordu. Her olay tekrar yaşanacak, her acı tekrar kendisini gösterecekti.
Ne yazık ki bu “Baf Taşı” dedikleri sanat harikası nefis heykele de ilginç saate de kimse bakmıyordu. Fütüristçe yorumlanmış barok binaya da bakan kimse yoktu. O gösteriş fotoğrafçılar ve ressamlardan başka kimse için değildi. Ayin kalabalığı, sadece yere bakıyordu. Sanki kendi varoluşlarının yasını tutuyorlardı. Üzerinde hiçbir detay olmayan beyaz maskeleri onların kimliksizlik arzusunu temsil ediyordu. Siyah cübbeleri de aynı şekilde. Tapınağın fikirlerini temsil eden bu haşmetli mimarinin karşılığında insana özgü âcizlikler lanetlenmişti, ideal insana itaat etmeyen her bir birey de gafletin pençesindeydi. Haz gibi ucuz yanılsamaların insandan daha aşağı varlıklardan miras kalmış bir âcizlik olduğunu düşünüyorlardı. İdeal insanın ne olduğundan kesinlikle emindiler. Onlar için ideal insan bütün kısıtlamalara karşı koyabilen, tatmini iç dünyasında elde edebilen insandı. İnsan evriminin bir sonraki halkasıydı, “Homo Novus” olarak anılacak olandı.
Tapınağın çevresi bu görkemli koyu gri binaya kıyasla oldukça ıssız ve sıkıcıydı. Enteresan olan bu döküntünün içinde yaşamayı seçmiş birkaç sefilin varlığıydı. Onların ruhları çevredeki yıkık dökük molozlar gibi grileşmiş, geçerli olan bütün renkleri yitirmişlerdi. Dünyaya bakışları, taşıdıkları virüs yüzünden tek tondaydı. Her birinin içinde yürüyenlere karşı nefret kusma arzusu olsa da, mantık onlara saklanmaları gerektiğini söylüyordu.
Heyecan verici miydi peki? Öyle olmalıydı ki Xea nefes almayı unuttuğunu zor fark ediyordu. Onlardan olmasa da duygularına eşlik edebilmek, yüce bir heves için çalışma isteğinin neler hissettirdiğini bilmek epey etkileyiciydi.
“Gerçek değim için...”
Tapınağın içerisine her adım attıklarında ses kulaklarında büyüyüp devleşiyordu. Mesih’e, Kara Tilki’ye ve onun hiyerarşisine itaat etmek isteyen birisi öncelikle bu kelimeyi anlamalıydı, en azından anlamaya çabalamalıydı. Ki Hiyerarşi’ye adanmış olanlar bile bunun ne anlama geldiğini kolaylıkla açıklayamazdı. Çünkü bu sözün derinliğini anlamak bir mantık meselesi değildir.
Kalabalığın yarattığı bu kulağa hoş gelen tını tapınakın loşluğuyla birlikte bir çeşit hipnoz etkisi yaratıyordu. Bilinç bu esnada değerini kaybediyor, yerini yüce bir duygu sarıyordu. Bu mutluluk gibiydi. Tapınağın hakikatleri dahil hiçbir şey bu yüce duygudan daha önemli değildi. Bu duygu, bireyselliğin ne kadar anlamsız olduğunu hissettiriyordu. Tek gerçek Hiyerarşi’ydi ve herkes oraya ait olacaktı. Buna inanıyorlardı.
Baş Tapınakçıların kibrini beden dillerindeki en ufak detaylar bile ifşa ediyordu. Doğruya adanmış olmanın verdiği içsel huzurla beraber dünyayı değiştirmeye dair sahip oldukları “inat” onları ancak şamanlarda görülecek bir tür trans haline ulaştırıyordu. İşin aslı doğruyu veya yanlışı ölçemeyecek kadar adanmışlardı, kesin yargıların içerisinde körleşmişlerdi ve onların payına yalnızca sorgulanmayan doğrularını kabul etmek için bir hırs kalıyordu. Bu hırsı taşıdıkları için diğerlerinden yüce ve farklıydılar.
Bir anda her şey karardı. Yalnız önlerindeki siyah duvarın parlaklığı vardı, tıpkı bir sinema perdesi gibi. O duvarın da bir ekran olduğunu Xea beliren maskeyi görünce anladı. Bir anlık şokla Merih’in elini tuttu, yüzüne baktı. Ama hisleri, tavırları, nefes alış verişi bile... Baştan aşağı farklıydı, o bildiği Merih olamazdı. Olsa olsa diğerleri gibi bambaşka bir huşunun içerisinde kaybolmuş bir tapınakçıydı artık. Arabahmet’te ne dediğinin de hiçbir önemi kalmamıştı, o da eleştirdiği ideolojik düzenin parçasıydı. Bu iş bilinçli bir tercih meselesi değildi, topluluğun içerisinde benliği korumanın mücadelesiydi.
“İnsan; uzun zamanlardan beri kendi bilincinde taşıdığı zayıflığı bir şekilde bastırmak istemiş, kendi bilincindeki hastalıkla yüzleşmek yerine bu sorunlarını maskelemiştir. Çoğu zaman çözümü insanoğlu kendisine tatmin arayarak bu yönünü gizlemiştir. Bu bir kısır döngüdür, sonu gelmeyecek bir kısır döngüdür hem de. İnsanoğlu uzun zamandan beri bir kısır döngünün içerisindedir, kendi ruhani sorunundan kaçtıkça sorun büyür ve böylece kaçmak için daha fazla şeye ihtiyaç duyar. İnsan lüks ister, insan tüketmek ister ve hatta bunu bir varoluş mücadelesi gibi algılar ama bunların her biri gereksizdir.
“Bir hastalığı tedavi etmek istiyorsak önce onu güçlendiren etkeni ortadan kaldırmak gereklidir. Siz hastalığın kaynağını maskelelerseniz hastalığa gizliden tahribat izni vermiş olursunuz. Aynı şekilde hissettiğiniz huzursuzluk ruhani vebamızın bir sonucudur. İç dünyamızı sarmış olan hastalıkla yüzleşmekten korkuyoruz zira hastalık orada ürkütücü bir şekilde duracaktır.
“Kutsal virüs acılı ama tedavi için en gerekli noktadır, insan ruhsal acısını anladıkça kendi huzursuzluğunun temelini keşfedecek ve kendi kendisini tedavi edebilecektir.
“Ancak bu veba, bazı kötü niyetli oluşumların daha fazla güç elde etmesini sağlıyor. İnsanların ruhunda hissettiği acıyı uyuşturması için daha fazla nüfuz kazanmalarına müsaade ediliyor. İnsanlar bağımlı oluyorlar, hatta bazıları ne kadar özgürlükçü olduğunu vurgulayarak kafa karıştırır. Dünya üzerinde böyle çok fazla şarlatan var, ve siz Kıbrıslı Tapınakçıların görevi Kıbrıs’taki şarlatanlarla savaşmaktır.
“Tapınağın üyeleri olarak Karagül’ü asla kendi dostunuz olarak belirlemeyin. Siz virüsü yayın, insanların virüse hazırlayın. Bu Karagül’ü rahatsız edecektir.
Değim ruhumuzdur.”
Ve Baş Tapınakçı görüntüden kayboldu.
Konuşmanın ardından büyük bir adanmışlıkla toplu yürüyüşe katılan takipçiler sohbet ederek dağıldı. Konuşmanın Xea’nın üzerinde bıraktığı o ağır etkiye karşın insanların sanki hiçbir şey dinlememişler gibi kuzeye geri döndükleri zaman ne yapacaklarını konuşmalarına içten içe kızmıştı. Diğer yandan içini bir huzursuzluk sarmıştı. Buraya hiç gelmemesi gerekirdi, hatta Baf’ın yakınından bile geçmemesi gerekiyordu.
Merih Xea’nın aklından geçenleri anladı. Biraz sakinleşmesi için tek bir kelime bile söylemedi. Buraya gelecekti zaten, istese de istemese de gelecekti ama... Bu atmosferin insan üzerinde tesiri epey kuvvetliydi, bir Karagül askerinin kendisini zehirlenmiş gibi hissetmesi olağandı. Hata yapmıştı.
- Seni buraya getirdiğim için özür dilerim.
- Neden özür diliyorsun? Evet sinir bozucuydu. Yine de haklı olabilirler. Yani bilmiyorum...
Dağ gibi birikmiş gri renkli harabelerin ve çöplerin arasında dolaşan insanları görünce hemen sustu Xea. Yeraltından çıkana kadar da sustular. Lefkoşa da gözlerine pek uzak geldi, yolun yorgunluğunu henüz üzerinden atamadan bir de geri mi döneceklerdi? Yeryüzüne çıkınca hemen bahsetti.
- Şeeey... Lefkoşa’ya nasıl döneceğiz?
- Baf’ta kalmak istemez misin biraz?
- Niye kalalım ki?
- Yani güzel yer... Gezilecek yer.... Ben Baflıyım biliyor musun? Yani dedemler Baflıymış, sonra kuzeye göç etmişler. Vay be... İnsan düşünüyor... Buralarda o zamanlarda da bizden birileri varmış, yaşıyormuş, bu topraktan besleniyorlarmış...
Xea cevaplamadı, Merih konuştukça başıyla iştirak etmekle yetindi yalnızca. O da hiç susmadı, sanki içindeki suçluluğu bu şekilde bastırabilecekmiş gibi. Sonra Merih, dikkat çekmediğini anlayınca duraksadı, konunun seyrini değiştirdi.
- Aslında düşündüm de... Karagül bunlardan iyidir. Bu aptallar ancak oturdukları yerden salak salak vaaz verirler. Sanki Tapınakçılar Karagülcülerden çok daha güçlü bir karaktere sahip. Hah.
İşe yaramıştı.
- Yani sence de Karagül insanlara hazlarla hükmetmiyor mu?
- Açıkçası Karagül’ün insanlar üzerinde o kadar da despot bir etkisi yok. Tamam Karagül ile aranı iyi tutman gerekiyor ve paranın kontrolü onların elinde ancak Karagül önüne Cryogenic ülkelerindeki gibi milyon tane renkli renkli oyuncakla kandırıp köle gibi çalıştırmıyor ki? Senin bir birey olmana saygı duyuyor ve adadan ayrılmana engel olmuyor. Hatta adada yaşasan bile bir şey demiyor ki sana... İnsanlar Kıbrıs’ta hayat fena olmadığı için burada yaşamayı tercih ediyor, yoksa ister Tayvan’a git ister İtalya’ya. Tapınakçılar epey abartıyor koşulları, komplo teorisi kıvamında bir şeyler dinlemiştim ben. Ciddiye almamak lazım her dediklerini. Grejuva da niye bunları göz yumuyorsa...
- Grejuva?
- Güney’deki Rum örgütü işte. Tarihleri taa 1962’ye kadar...
- Heralga beni bu tapınakçılara karşı uyarmıştı aslında.
- Ciddisin sen? Bizzat konuştun yani Heralga’yla?
- Evet, ciddiyim. Heralga bunlardan nefret ediyor desem yeridir. Virüs ona da bulaşmış.
Xea tapınaktan epey uzaklaştığına karar verince maskeyi çıkardı.
- Peki sence haklı değiller miydi? Neden her hâlükârda Karagül tamamen iyi niyetliymiş gibi düşünüyoruz?
- Çünkü Karagül’ü tanıyoruz Melek. Her şeyini tanıyoruz, ne vaat ettiğini de. Karagül’ü sev ya da sevme, sana aşina olduğun şeyi sunuyor. Evet Anarşizm anlayışları bu, kaosun içerisinde aşina olunanı sunmak. Ama tapınak çok farklı, vaat ettiklerinin ne getirdiğini bilmiyoruz. Bambaşka bir şeyi vaat ediyorlar, daha da ötesi; benlikten, hatta insanı insan yapan onca şeyden vazgeçmekten bahsediyorlar. Senin doğal yönünü ayıklayıp, tamamen ortadan kaldırmak istiyorlar. Karagül somut doğanın temsili, tapınak ise insanın hayal gücünün örgütlenmesi; işte bunu dengelemek gerekiyor.