Xea, Arapahmet’e döndüğünde ruhunda kasavet bulutları nüksetmişti. Hiç şöyle düşünmemişti; Mektupları Allegron’un eline sıraladığında aslında Merih’ten kalan son hatırayı da vererek aralarındaki nihai bağı da kaybetmişti. Artık Merih ile görüşmesine hiç gerek kalmamıştı. Merih’in aşk mektuplarına hiç kıymet vermediğini zannediyordu son ana kadar, zaten Allegron’a teslim ederken çöpçüye gübür teslim etmiş kadar kayıtsızdı. Sonra... Merih’in onun bir parçası olduğunu üstü kapalı bir şekilde inkâr ettiğini fark etti. O olmadan tek yapabildiği, hâkikat algısından kaçıp dehşet dolu bir aleme sığınmaktı.
Meskalin yardım etmiyordu, hiç de etmemişti. Sadece ızdırap veriyordu. Zaman geçip gitti ancak Merih’ten arta kalan boşluk hiç dolmadı. Güneş soldu, hayattındaki bütün renklerin parıltısı bir boşlukta yitti ve geriye kalan tek şey yaşamın acısı oldu.
Akabinde Merih’i araştırdı. Hâlâ daha kaldığı odada ikamet ediyormuş ve çalıştığı yere geri dönmüş. Ona bir mektup yollamaya karar verdi. Çin gülleriyle süslenmiş masasına oturdu, süslü bir kağıdı önüne açtı ve tavus kuşundan divitini efektli mürekkebiyle ıslattı. O an hiçbir şey yazamadan transa girdi. Hisleri öyle bir parladı ki onları metne dökebilmek zor geldi. Bir yudum suyla kendisini sakinleştirmeye çalıştı, sonra bir şeyler karaladı.
“Sevgili Merih;
Bensiz ne yaptığını bilmiyorum... Senin düşüncenle beraber korku içindeyim ancak senin benim üzerimdeki etkinden kurtulamadım. Ben çok yalnız ve yıkılmış bir haldeyim, ben parçalandım; varlığı ve yokluğu kaybettim. Beni tamamla.”
Duraksadı, ne yazdığına şöyle bir baktı. Ayık kafayla yazılmadığı çok çok belli olan ve hiçbir şey ifade etmeyen lezzetsiz bir söz bulamacı önünde duruyordu. Üstelik ne yazdığını o an okuyabilse de hiçbir Allah’ın kulunun bir şey okuyamayacağı da çok belliydi. Bir şeyler daha eklemeye çalıştı yanına ancak yazısı daha da karmaşıklaştı. Temiz bir kağıda geçti. Tekrar ne yazmak istediğini düşündü, düşüncelerini belli bir akışa sokmaya çalıştı.
“Merih, sevgilim;
Seninle olan ilişkimiz sıradan bir ilişki değildi. Belki hislerimi ürkütücü bulabilirsin ancak neticede sıradan bir insanda göremeyeceğin şeyleri bende göreceksin. Ben dünyayı diğer insanlardan daha farklı, hem daha yüzeysel hem de daha derinlikli anlamaya başladım. Yüzeysel algılıyorum zira binbir parçaya bölünebilecek şu devasa dünya benim için iki tondan ibaret. Bu tonların bir tanımı yok ancak şu dünyada devasa misallerini görebilirsin. Siyah ve beyaz, gece ve gündüz, güzel ve çirkin. En önemlisi, varlık ve yokluk. Sana anlatamayacağım, daha doğrusu bilmemen gereken bir zamana kadar kendi benliğimde bu apayrı ikiliği tamamlayabiliyordum Merihciğim. Zıtlıkların bir arada olabilmesi akla ve mantığa yatmayabilir ancak mantığın ötesinde bu ikiliğin üzerine çıkan bir üçüncüyü fark edebiliyorum. Bu üçüncü iki parçayı da sahiplenen, ötesine çıkan; bir anlamda birisine taraftarken öbürüne düşman olabilen bir üçüncü. Örneğin uzay, gündüz ve gece. Uzay hem geceyi hem de gündüzü barındırır ancak geceye taraftardır. Ben de kendi ikiliğimde hem hakim hem de bir şeylere taraftardım. Ancak düşmanlığımda bir tarafı kaybedince yıkıldım ve bir daha da kendime gelemedim.
Ne soyut değil mi anlattıklarım? İnsanı yıpratan ve yoran bir vahamet bu. Öylesine yoruluyorum ki bu hiçbir yere varmayan fikirlerimde, kendimi somut dünyanın hazlarına adamak istiyorum. Ancak yapamam, insan olmanın ötesine geçmiş benliğim artık bir insan gibi davranamaz şu koşullarda. Ben ötesiyim; ancak beni ötesi yapan bir şeyler vardı. Beni tamamlayan bir temsil, bir üçüncü yaratan hâl ve durum. Beni tamamlayan da ister inan ister inanma, sendin. Sen bende olmayan bir şeyi taşıyordun aslında...”
Yazdıklarının böyle uzayıp gideceğini, hiçbir şey anlatamayacağını fark etti. Konudan çoktan ayrılmıştı bile. Tekrar tekrar okudu, bu yalnızca kendine uyguladığı acizce bir psikanalizdi. Merih’in bunları okuması bir anlamda tehlikeliydi çünkü Merih hislerini anlayabilecek birisi değildi. Yeni bir kağıdı eline alıp kısa ve öz bir yazı yazdı.
“Merih, ilk fırsatta Arabahmet’teki Zehra Sokağa gel. Orada ikamet ediyorum. Kırmızı bina benim evim. Telaş etme, sadece özledim.”
Noktayı koyduktan sonra yazdığı mektuba baktı. Çok mu buyurgan ve sert bir mektup olmuştu bu? Evet yumuşatmalıydı bunu. Ama nasıl? Öyle bir korku sarmıştı ki içini, bir harf daha bu netliğin darmaduman olacağına inanıyordu. Düşünceleri aslında kelimelerle ifade edilemeyecek kadar karmaşık ve soyuttu, hatta onları zihninde bile birleştirmiyordu. Mektubunu kapattı, sonra da kaybetmeyeceği bir yere koydu. Ancak yine de içinden bir şeyler dökmek geçiyordu. Az önce kullandığı müsveddelerin arkasını karalamaya başladı.
“Ruhum kendi keskin ışığında yok oluyor ve parçalanıyor ve düşüncelerim dağınık ve bütünlükten uzak ve bütün dünyanın renklerini kendi içimde hissediyorum, sadece onları birleştiremiyorum. Bütün her şeyi benliğimde taşıyorum ama hiçbirisi bana ait değil. Ben kendi ışığımda parçalanıyorum ve kendimi yok ediyorum ve bir bütün oluşturamıyorum. Donuk ve hissizim ve canlılığın nimetlerinden keyif alsam da maddevi olandan neşelensem de benim tek benliğim kendi ruhumda. Ben bir örneğim. İnsanın bir sonraki evriminin örneği.”
Bir an durdu. Yazdığı şeyden korktu. Şeytanın vahyini yazmıştı adeta. Kağıdı katladı, muhtemelen hiç açmayacağı bir çekmeceye tıkıştırdı. İçinden o kağıdı parçalamak ve yok etmek geçse de garip bir kuvvet kendisini engelliyordu. Sanki bir cinci hocanın muskasıydı da o, zarar verirse başına çeşitli musibetler gelecekti. Ama suçlu bir hisle de olsa kabul ediyordu, o yazıları kendisi yazmıştı ve benliğinin dışavurumu gerçekten de buydu. Evet, benliğindeki yüce bir parçaya inanıyordu. Benliği insanın bütün zaaf ve kusurlarının ötesindeydi. Bunu inkâr etmek istiyordu çünkü yazdıklarının özünde hiyerarşinin öğütledikleri vardı.
Mektubu yolladıktan sonra sürekli Merih’i düşündü. Bir yandan vahşice Merih’i arzuluyor, diğer yandan da hainliğini affedemiyordu. Günlerce arzusunu bastırmaya, Merih’e hiç ihtiyacı olmadığını ispatlamaya çalıştı. Ancak bütün bu çatışma Merih’in gönderdiği cevapla beraber yok oldu. Merih buluşamayacağını bildirince, gelmesi için ona âdeta yalvardı. Bu, zihnindeki savaşı da bitirmişti.
Merih’in gülümsemesini bile özlemişti. Merih’in güzelliği hâlen daha nefes kesiciydi, ses tonu yine bıcır bıcırdı. Ancak bir durgundu, normalde çok daha hareketliydi. Önce gerginliği dağıtmak için havadan sudan konuştular, birbirlerine son yaşadıkları tecrübeleri anlattılar. Ancak fazla sürmedi, ikisinin de istediği şey böyle içi boş şeylerle vakit öldürmek değildi.
- Neyin var? Neden gerginsin?
Merih derin bir nefes aldı. Elleri titriyordu. Bu gerilimle hiçbir şey söyleyemeyeceği belliydi. Xea’dan şekerli bir kahve isteyerek kendisini toplamak için zaman kazandı. Kahve özensizce pişirildi ve Merih’in içeceği en kötü kahvelerden birisini servis etti Xea. Ama ikisinin de umurunda değildi, zira söyleyeceklerinin yanında kimse kahveyi düşünemezdi:
- Melek, sana bir şeyi itiraf etmek istiyorum. Beni Tapınak’tan yolladılar, seni onların tarafına çekmem için. Seni oyaladım, ne istersen yaptım, seninle arkadaş olmaya çalıştım. Sözde seni tapınağa yönlendirecektim, kendi ayaklarınla gitmen için. Ama... Bilmiyorum...
Xea bunu bekliyordu. Olay bundan ibaretti zaten en başından beri. Ancak yine de içini burukluk sardı. Bu burukluğu atlatamadan Merih üst üste bütün sırlarını anlattı. Sefalete düşünce çareyi tapınağa hizmetini sunmakta bulmuş, böylece tapınağın parçası olmuştu. Ancak Kutsal Virüs’ü kendi bedenine enjekte etmeyi reddedince tapınak onu bir fahişe olarak görevlendirmişti. Buna isyan etse de tapınak bütün hayatına hükmettiği için boyun eğmek zorundaydı.
Tapınakçıların veya Karagülcülerin dediği şekilde hiyerarşinin bu kararı onun için manidardı çünkü onlar için tensellik yalnızca cinsellikten ibaretti. Hazlar da yalnızca cinsellik için vardı; çünkü cinselliği içten içe arzuluyorlardı. Merih’in virüsü reddetmesinin nedenini de cinselliğe yormuşlar, kendilerince onu bu şekilde ödüllendirmişlerdi.
Fahişeliği de zamanla bir tür “geyşalığa” dönüşmüş, mesleği karşındakini her yönden tatmin etmek olmuştu. Karşısındaki neye ihtiyaç duyuyorsa onu sunmak, hizmet ettiği insanın zihnindeki kalan yaralı yönleri iyileştirmek görevi olmuştu. Tapınakta da bu yeteneği ile takdir edilmiş, mesleğine tapınağın ideolojisine tezat olarak büyük saygı duyulmuştu. Artık yalnızca görevi cinsellikten ibaret değildi, insanları rahatlatmak ve ikna etmek gerektiğinde de Merih’i kullanıyorlardı. Xea’ya o da yüzden yanaşmıştı ancak sonrasında vazgeçmiş, Art Diktatör’de saklanarak hayatını Tapınak’tan kopuk bir şekilde sürdürmüştü.
- Evet Melek, her şey en başından beri kurguydu ve neden tapınağa gitmen gerektiğini bile bilmiyorum. Ama... Hiçbir zaman senin duygularınla oynamak istemedim...
- Neden ya!?
Xea'nın sakinliği kırılmış ve acısı nüksetmişti. Öfkeyle birlikte gözlerinden yaşlar da boşalmaya başladı. Tehlikeli bir ruh hâline büründü. Biraz üstüne gitseler, eline bıçağı alıp saldıracak gibiydi. Merih korkuyla bir adım geri çekildi, kolunu Xea’ya doğru siper etti. Xea kollarını tuttu ve bir kenara çekmeye çalıştı. Bunu başarınca ne yapacağını bilemedi ama. Merih'e zarar veremezdi. Onun yerine kendisini koltuğa attı. Titreyen bir şekilde mırıldandı:
- Anlayamazsın. Her şey karmakarışık. Karagül, Kara Tilki ya da işte şu senin tapınağın. Her şey kafamda allak bullak. Sen, bana bir şeyler anlatabilecek tek kişisin belki de Merih, ama hiçbir şey bilmediğini söylüyorsun. O zaman söyle, benim duygularım neden senin için önemli?
Merih hiçbir şey duymamıştı. Ancak yine de ona müdahale etmesi gerektiğini düşündü.
- Şey... Melek...
- Tapınak hakkında ne düşünüyorsun?
Merih ne yapacağını bilemiyordu. Yani... Burada olmamalıydı. Hatta Xea ile hiç tanışmamış olmalıydı. Ancak... Tanıştığı için de pişman değildi. Xea ona şifa vermişti ve bunun karşılığını içten bir şekilde ödemek istiyordu.
- Merih. ❝Tapınak hakkında ne düşünüyorsun?❞ diye sordum.
Merih'in içindeki kaos iki damla göz yaşı olarak dışa vurdu. Artık hiçbir hissini gizlemeyecekti, Xea buna değerdi:
- Çok şey. Onlara minnettarlık duymayı kestim artık, onlara vefa borcumu etim ve kemiğim ile ödedim defalarca. Artık onlara şöyle bir baktığım zaman, görüşlerinin nasıl da onları körleştirdiğini fark ediyorum. Aslında kabul edilmeyecek, akıl dışı bir şeyin peşinden koşuyorlar. Sadece sempatik buldukları için, belki de bunu estetik bulduklarından dolayı. Ama sundukları argümanlar elle tutulur şeyler değil, bir şeyleri akla uygun ilan etmeye çalışıyorlar ama sanki zoraki bir çaba bu. Keşke çıkıp deseler “Aslında bir nedeni yok, sadece bunu istiyoruz” diye. O an doğruyu itiraf etmiş olacaklar, ancak... Ancak bunu kabul edemezler. Onlar sorgulanamaz bir doğruyu vaat ederler, sundukları argümanların zayıflığını göremezler. Ne olursa olsun buna inanacaklarının farkında değiller. Biliyor musun? Bu aslında körlemesine bir fanatizm, bunun da nedeni duygularını inkar etmeleri.
Doğru mu söylüyordu? Samimi miydi? Sözlerindeki vurgu, konuşmasındaki hırs ve içeriğindeki doluluk onu teskin etmişti. Küçük bir kızınki gibi tiz bir sesle sordu:
- Neden inkar ederler ki?
- Çünkü onların tek odaklandığı şey imaj, doğruyu vaaz etmeyi seviyorlar. Her zaman doğruyu bilirler, her şey kesinleşmiştir, tek amaç bu hakikatin farkına varmayan insanlara doğruyu döve döve öğretmektir. En yüce kahramana hizmet eden kahramanlardır hepsi. O yüce kahraman da Kara Tilki’dir.
- Kara Tilki mi? Çok... Saçma.
Kara Tilki’yi duymuştu. Defalarca. Hiyerarşinin Kara Tilki ile olan bağlantısından da haberdardı. Ancak Kara Tilki gerçek miydi? Kimisi onun uzayda kendiliğinden oluşmuş bir enerji olduğunu ve dünyaya inip insan biçiminde, ancak çakal maskesiyle kendisini gizleyen bir varlık olduğunu söylerdi. Buna elbette ki inanmadı. Başkaları ise Heralga’nın kendisi olduğunu söylerdi ancak Heralga’ya bundan bahsettiği zaman kesin bir dille reddetmişti. Ancak Kara Tilki’nin varlığına dair hiçbir şey söylemedi. O yüzden Merih’in bir mite gönderme yaptığını düşündü.
- Xea... Beni dinle... Tapınak bir kahraman etrafına topladığı için erilcedir. Tapınak kadınlığa yalnızca cinsellik diyecek kadar yabancıdır. Kadınsı sayılan her şeye de düşmandırlar. Hissetmeyi bir an bile kabul etmek istemezler. Güce taparlar. Tapınak böyle bir şey işte, seni neden onların arasına atayım ki?
Xea, kendi içindeki hırçın okyanusu aşmıştı. Merih'e hâlen daha güvenmiyordu ama... Güvenemezdi de zaten. Çok büyük konulardı bunlar. Ancak... Onun duygularına inandı. Ya da müthiş bir oyuncuydu Merih, ancak bile isteye kanmak istedi.
- Beni tapınağa götür.
- Nasıl?
- Beni tapınağa götür, görmek istiyorum orayı. Neye inanıyorlar, ne anlatıyorlar bilmek istiyorum.
- Sahi mi? Tapınak, her cumartesi sabahı açılır ve baş tapınakçı vaaz verir. Bu vaazlardan birisine gidebiliriz istersen. Öyle aman aman bir şey bekleme vaazlardan. Bir de virüslü kadeh ikram ederler tabii...
- Kadehi içmek zorunda mıyım?
- Değilsin elbette. Ben içtim mi?
- Peki nerede bu tapınak?
- Baf’ta, yerin altında. Ama kuzey yeraltı ile bağlantısı yok. Tapınakçıların güneyde kazdığı ayrı bir yeraltı var, o yüzden bir müddet yerin üzerinden devam edeceğiz. Enteresan değil mi?
- Öyle...
Xea bu kararının doğru olup olmadığını bilmiyordu ama tapınakla bir an önce yüzleşmeliydi. Heralga’nın güvenli kanatları altında yaşamayı sürdüremezdi, o istemese bile kaderinin bir noktasında tapınak vardı.