Ece onu karanlık bir hanın karanlık bir odasına bırakmıştı. Odada bir sorun yoktu aslında, yerine göre güzel de sayılabilirdi. Ancak Xea için buradaki her şey kasavetle dolup taşıyordu. Güneş yoktu, Çin gülleri yoktu, tabiat yoktu. Sadece daimi gece ile birlikte beşerin binaları, hanları ve pazarları vardı. Her şey insan zihninin ürünüydü, bunun dışında başka bir şey olmaması da aşina olmayan bir göz için ürkütücüydü.
Beklemek... Beklemek... Ama nereye kadar beklemek? Günlerce bir haber bekledi Heralga'dan, Ece'den veya başka birisinden. Artık unutulduğunu düşünüyordu. Ona sadece biraz para geliyordu, o da bu paraları meskaline yatırıyordu. Lâkin bu uyuşturucu ona keyif de vermiyordu; algısını ele geçiriyor, onu biçimsizliğin hüküm sürdüğü bir cehennemin içine hapsediyordu. Meskalinin şizofrence etkisinden kurtulunca kendisini kan ter içinde perişan bir vaziyette buluyordu, ancak içine düştüğü boşluktan başka nasıl kaçacağını da bilmiyordu.
Günler böyle böyle akıp giderken kapısına bir kadın geldi ve kaldığı odayı kendisiyle paylaşıp paylaşamayacağını sordu. Bu tarz hanlarda sıkça olurdu bu, oda masrafını azaltmak için insanlar kapı kapı dolaşıp oda arkadaşı arardı. Xea kadını şöyle bir süzdü, yani insan nasıl seçilir fikri olmasa da fena birisine benzemiyordu. Kıvırcık sarı saçları ve mavi gözleri vardı, ek olarak da uzun boyluydu. Tam bir Kıbrıslı işte... Güneşin altında yanmaktan esmerleşmişti. Bu demek oluyor ki yeraltında ya hiç yaşamamıştı ya da uzun bir aradan sonra tekrar geri dönmüştü. Yeraltı insanları hep solgun ve beyaz tenli görünürdü, tıpkı ceset gibi. Bu esmerlik ise Xea için bir güzellik sebebiydi.
Onu içeriye davet etti, sade kahveyle birlikte az buz bir sohbet ettiler. İsmi Merih imiş. Yeraltında yeni bir iş bulmuştu ancak kalacak yer arıyordu. Ortak arkadaşları Ece ise ona Xea'nın odasını tavsiye etmişti. Bu referans Xea'yı şüpheden kurtarmıştı. Ece'ye yalnızlıktan bunaldığını defalarca söylemişti, demek o da ona böyle bir şey ayarlamıştı. Tek sorun, odada iki kişilik tek bir yatak vardı. Eğer bu yatağı paylaşmak Merih için sorun olmazsa elbette kalabilirdi.
Başlarda çok sohbetleri olmadı. Merih sabah, yani yeryüzüne göre sabah, dışarı çıkıyor ve geceye doğru epey yorgun bir şekilde dönüyordu. Geldiği zaman da hep aynı şeyleri yapıyordu. Bir duş alır, sonra camın önünde elinde konyakla manzarayı izleyerek sızar kalırdı. Bazen uyanıp yatağa geçerdi, bazen de öylece sabaha kadar uyurdu.
Başta Xea konyak kokusundan fena seviyede rahatsız olsa da alıştı. Hatta zamanla sevdi. Ancak neden bu kadın her gece bu kadar ağır bir içkiyi içiyordu ki? Bunu çocukça bir dürtüyle merak etti. Şöyle bir karşılık aldı:
- Tuhaf gelecek ama... Yorgunluktan uyuyamıyorum. İçinde ancak yorgunluğumu unutuyorum.
- Çok mu çalışıyorsun?
- Epey.
- Nerede çalışıyorsun?
- Buralarda bir barda. Çoğunlukla getir götür işleri yapıyorum. Birayı şarabı götür nargileyi getir. Bazen çok kişi geliyor. O kadar çok kişi geliyor ki bir yerden sonra herkesi aynı kişi gibi görüyorum. Sanki aynı adam birasını içiyor, çıkıyor, bir dakika sonra tekrar geri geliyor.
Abajurun loş, sarı ışığı altında yatakta birbirlerine dönerek sohbet ettiler bir müddet. Konu nerede çalıştığından devam etti bir müddet. Aslında sadece bira şarap servis edecek kadar masum bir yer değildi orası. Uyuşturucu da vardı işin içinde ve Kıbrıs'a gelen en sert uyuşturucular buradan dağıtılıyordu. Yine katlanılıyordu bir şekilde, ancak şu intihar etmek için gelenler her şeyi mahvediyordu. Her gün altın vuruş yapmış birisinin cesedi çıkıyordu buradan onları çöplüklere taşımak da Merih'e kalıyordu. Başta çok korkuyordu ama zamanla onlarla dalga geçecek kadar umursamaz hâle gelmişti.
Bunları anlattıktan sonra Merih, birkaç dakika içinde uyuyakaldı. Merih sadece içini dökmüştü belki, Xea için bu konuşmanın kıymeti daha fazlaydı. Zira Merih uyuduktan sonra Meskalin ve Kodein almak için handa biraz gezinecekti. Ancak Merih tatminsizliği ve tatminsizlikle gelen ölümü anlatmıştı. Kendi içine düştüğü hiçliği doldurmak için yanlış bir tercih yapmıştı. Ancak yerine neyi koyacaktı?
Merih’in bedenine sıkıca sarıldı ve gece boyunca ona işkence eden yoksunluğunu Merih ile bastırmaya çalıştı. Merih uykusundan uyanıp Xea’yı kendisine karabasan gibi sarıldığı görse de bir şey demedi. Ne olduğuna dair hiçbir fikri yoktu, bir fikri olmasa da Xea’nın sessizce ağladığını görünce buna ihtiyacı olduğunu sezinledi.
Ertesi gün Merih işten ayrıldı. Xea’ya yaptığı işi anlatırken yaptığı işin ne kadar anlamsız olduğunu fark etti. Yorgunluktan yaşamın kendisini bir rutin içerisinde kaybetmişken, zihni ölüm sahneleriyle dolup taşmışken kazanacağı üç beş kuruş için bunlara katlanmayı manasız buldu. Başka bir şekilde para kazancaktı, mümkünse yaşadığını ona unutturmayacak bir şekilde.
İşten ayrıldığı için erken döndüğünde, geç uyanmayı alışkanlık etmiş Xea'nın kahvaltısına denk geldi. Yine aynı abajurun altında, yine aynı yatağın üzerinde... Yeraltında gökyüzü olmadığı için her şey bırakıldığı gibi kalırdı. Xea da tıpkı gece bıraktığı gibiydi. Gülümseyerek yanına uzanarak Xea'nın ekmeğinden büyük ısırıklar koparmasını izledi. Onu izlemek bile keyifli idi.
- Ne yiyorsun?
- Kepekli ekmek.
- Onu görüyorum canım. Ne var içinde?
- Nasıl?
Xea'nın bildiği tek yemek kuru ekmekti. Karnı çok açken, aynı zamanda bunu nasıl geçireceğini bilmediği zaman bir ekmek fırını bulmuştu ve açlığını kuru ekmekle bastırmıştı. Başka türlü karnını nasıl doyuracağını bilmediği için de her gün ayıla bayıla kuru ekmek yemeye alıştırmıştı kendisini. Şimdi ise bu tuhaf alışkanlığı ifşa olmuştu.
Merih ona bildiği yemekleri yapmayı öğretti. Bu Xea'yı hem zorlamıştı hem de epey eğlendirmişti. Zorlamıştı, çünkü yumurta kırarken bile binbir türlü sakarlıklar yapıyordu. Merih, bu yüzden onun bir tüccar ailesinin şımarık kızı olduğunu hükmetti. Düşününce su dolu bir kabinden geçen ay doğmuş olmasından daha makul bir açıklamaydı. Diğer yönden de eğlendirmişti, çünkü hiç daha önce buna benzer bir şey yapmamıştı ve epey ilgisini çekmişti.
Bundan sonraki günler birlikte vakit geçirdiler. Merih bir iş bulamadı, bulsa da aynen ayrıldığı mekan gibi yoğun yerleri bulabildi. Eline bir yerlerden üç kuruş bir para geçiyordu, bu para Xea'ya gelen parayla birleşince ikisine de pekâlâ yetiyordu. Bu sayede bütün dikkatlerini birbirine vermişlerdi.
Aralarındaki ilk konuşmaları Merih yönlendiriyordu. Merih'in çok anısı vardı, kimisi tüccarlara muhasebecilik yaptığı zamanlardan kalmıştı kimisi de çalıştığı yerden. Öyle ya da böyle, yalnız bir kadın olarak bu bakır adada çok şey yaşamıştı. Bazıları ikisini de dakikalarca güldürecek eğlenceliydi. Bazıları ise... Sadece ve sadece trajedik sayılırdı. Merih çok sayıda ölüm görmüştü ve hiçbir şey yapamadığı için hâlen daha içinde bir burukluk taşıyordu. Elinden gelen tek şey, ölmek üzere olan insanların dudaklarını temiz suyla ıslatmaktı. Kimisi o kadar bile şanslı değildi.
Bu karanlık anılardan çokça vardı ve anlattıkça hem Xea'nın hem de Merih'in içi kararıyordu. Bunun yerine, birkaç gün keman çalmakla oyalandılar. Merih çok şahane bir kemancı sayılmasa bile sağda solda kendisine birkaç para getirecek şarkı biliyordu. Xea'ya da öğretmeye çalışsa da hiç beceremedi. Parmakları ne kadar zarif görünürse görünsün, onları kullanmaya çalışınca bir odun kadar kaba oluyordu. Ve sonra Merih, Xea'nın kendisine para kazandıracak bir mesleği olmadığını fark etti. Beceriksizin beceriksiziydi, ömrü boyunca hiç iş yapmadığı belliydi. Merih son çare olarak ona falcılık öğretmeye çalıştı ve en nihayetinde Xea bunu iyice kavramıştı. Konular ne kadar soyutlaşırsa soyutlaşsın, Xea her şeyi tek anlatışta kavrıyordu. O an Merih, Xea'nın pratik ve somut işlerde ne kadar kötü olursa çok güçlü bir zekâsı olduğunu anladı, onun bir felsefe kadını olduğuna inandı.
Ancak Xea için bir şeyler öğrenmek veyahut sohbet etmek yetmiyordu. Bütün bu ilişkinin daha derin bir biçime dönüşmesi gerektiğini düşünüyordu, çünkü ifade edilmediği için ruhunu karartan hislerle dolup taşmıştı yüreği. Bir gece, alkolün de verdiği cesaretle yatakta uzanan Merih'in kucağına uzandı, onun beline kadar uzanan saçlarını okşayarak içinden geçenleri söyledi. Bunlar hislerini ifade etmek için belki en iyi sözcükler değildi, muhtemelen Merih için çok ucuz kalıyordu. Ancak içinde sıkışıp kalanı dışa vurmayı çok istemişti.
- Senden önce hayatım sadece bir boşluktan ibaretti. Gece yoktu, gündüz yoktu. Sadece boşluk. Seni kapıda gördüğüm gün... İpek sarısı saçlarında güneşi buldum, göğüslerinde ise ayı. Seni ilk gördüğüm andan beri... Sadece seni düşünüyorum. Beni, senin için alev almış bir Çin gülü olarak beni, içine çekebilir misin?
Merih Xea'nın ne ifade etmek istediğini anlamadı önce. Sonra Xea, Merih'in göğsünü kavrayıp dudaklarına sarılınca tüyleri diken diken oldu. Dudaklarına yapışıp kalmışken efsunlanmış gibiydi Xea. Ama böyle bir şeye izin vermeli miydi?
Merih'in hisleri aynı yönde değildi ancak... Xea'nın ona istediğini yapmasına izin verdi. Kendisini ona teslim ederek Xea'nın içinde sıkışıp kalmış onca şeyin gün yüzüne çıkışına izin verdi. Sonra o da bu efsuna dahil oldu. Xea'nın çiğ hisleri karşısında aklı kayboldu, mantığı yitip gitti. İkisi de birbirinin ışığında kör oldu.
Ertesi gün uyandıklarında ikisi de birbirine önce mahcupça bir şekilde baktı, sonra ikisi de kıkırdamaya başladı. Merih, son zamanların en güzel olayını yaşamıştı. Xea, içinde birikip gitmiş olan o karanlığa karşın arzusunun zaferini kazanmıştı. Ve o günden sonra aralarındaki cinsellik, yeraltı atmosferinde onlara cenneti yaratmıştı.
Yine de... Xea Merih'ten uzaklaştı. Daha ziyadesiyle ondan korktu. Çantasında tapınakçıların kullandığı maskeyi ve pelerini görünce aklını kaybedecek gibi oldu. Xea bunu görmemiş gibi davrandı ancak gizli bir anında Heralga'ya buradan ayrılmak istediğine dair bir mektup yazdı, Art Diktatör'ün içindeki bir Karagül ajanı vasıtasıyla yolladı. Mektup kullanmasının sebebi Karagül'ün ana ağı olan LoRa ağına hem nasıl ulaşacağını bilememsi, hem de LoRa ağındaki casusların temizlenip temizlenmediğinden emin olamamasıydı.
Xea, mektubunda yaşananları Heralga'ya pek anlatmadan sadece çıkmak istediğini söyledi. Daha detay vermedi çünkü bütün deneyimlerinin fazlasıyla kişisel bir tarafı vardı. Heralga da ona yeryüzündeki sorunları çözdüğünü ve Arabahmet'te bir evi çoktan ayarladığını söyledi.
Buraya kadar güzel. Ancak Merih'ten şüphe etmek... İşte bu kendi duygularını en çok zorlayan şeylerdendi. O tapınağa ya da Heralga’nın değişi ile hiyerarşiye mi hizmet etmişti şimdiye kadar? Ettiyse de neden hiçbir şey yapmadı? Xea’yı paranoyak hisler sardı. Ancak Merih'in yüzünü gördüğü an sakinleşiyordu da. Hiçbir şey anlamasa da bunu düşünmemeye çalıştı. Bir tapınakçı olsa da onun saf niyetine inanmak zorundaydı. Yoksa duygular alemi bir enkaza dönüşür, o enkazdan da kurtulamayabilirdi. Bu yüzden, ayrılsa da onu sessizce terk edemedi. Vedalaştı.
- Ya... Bir daha görüşür müyüz?
- Emin değilim. Sana söylemem gereken bir sırrım var.
- Neymiş o?
- Ben Karagülcüyüm. Yeraltında gizlenmem gerekti ve şimdi de beni geri çağırıyorlar. O yüzden...
- Aaa... Hiç bahsetmemiştin...
Merih'in gözleri bir müddet ayaklarına takıldı. Sonra Xea'yı dudaklarından öptü ve suçlu bir hisle sözlerini dile getirdi:
-Ya Melek... O zaman senden bir isteğim olacak. -Neymiş o? -Mesarya’da Degli Liberta kampı var. Kimseyi yanaştırmazlar kamplarına, zaten konuşabilmek için de dillerini bilmen gerekiyor. Ancak Karagülcüleri içeri alıyorlar. Benim sevgilim... Degli Libertacıydı. Öyle adamıştı kendisini ideolojisine... Onlardan oldu. -Senin sevgilin mi var?
Xea buna gücenmedi aslında. Bir burukluk hissetmesine karşın memnun bile oldu, zira böyle bir şeyi itiraf etmesi onun iyi niyetli olduğuna delaletti.
-Evet... Emin ol onu çok özlüyorum. Kayboldu gitti, muhtemelen bir daha da asla görüşemeyeceğiz. Ama bir ihtimal, sen araştırabilirsin sevgilimi. Hatta onun için yazdığım yazıları göndermek istiyorum. Eğer yardım edersen, öyle mutlu olurum ki... -Ben ne yapabilirim ki? -Degli Libertacılarla bir bağlantı bulabilirsin. Yani... Vardır illa danışabileceğin birileri bence. N’olur, yap bunu.
Ve yalnızca mektuplarına ayırdığı bir çantadan çıkardığı onca zarfı eline sıraladı Merih. Renkli süslerle ruh katılmış kaplamalar içinde hazandide kağıtları görünce hem kıskandı hem de duygulandı. Harfi hurufatı yoğun hislerle özenle çizilmiş, gideceği yeri sabırsızlıkla bekleyen nice mektup... Ne buruk bir hatıraydı. Aldı hepsini, sonra da ayrıldı yanından.
Heralga’nın Arabahmet’te ayarladığı ev Zehra Sokakta kendisi gibi diğer binaların arasında sıkışıp kalmış cumbalı, eski bir evdi. Handaki odasıyla kıyaslanamayacak kadar lüks, ferah ve rahattı. Eşyaları da antikaydı, hatta bir kısmı İngilizler zamanından kalmaydı. Bu kadarına ihtiyacı yoktu, tenekeden bir ev verseler bile mutlu olurdu. Gün ışığı onun için yeterliydi.
Canı sıkıldığı zaman her Kıbrıs şehri gibi yeşil gözlü ve sarışın Lefkoşa’nın sokaklarına çıkıyor, adımları onu nereye götürürse oraya gidiyordu. Rengarenk çiçekler daracık sokakları sarmış, sarı taş evleri süslüyordu. Hep kahve kokusu yayılırdı Arnavut kaldırımlarının iki tarafından. Güneş ufka eğilince de, sokaklara kum misali serpilmiş insanlar çekilir; sokaklar da kafasını dinlerdi.
Bu yeni hayatında Merih'i de unutamıyordu. Aklına kadının mektupları geliyordu ancak bu mektupları yollayınca ondan kalan hatıraları da yollamış olacaktı. Ancak... Bu mektuplardaki yıllanmış hisler en azından bir gününü ayırmayı hakkediyordu.
Bu iş için Heralga’yı müsait olduğunda misafir etmek için çağırdı ve bu teklifi de geri çevrilmedi. Heralga gün batımına ancak gelebilmişti. Inu terasta ağırladı ve önüne Merih'ten öğrendiği yemeklerle bir sofra kurdu. Heralga neler yaptığını anlattı yemeğini yerken. Gittiğinden beri hiç kafa dinlememiş ve Xea'nın yeryüzünde güvende gezebilmesi için elinden geleni yaptı. Ama yaptıklarının listesi öyle uzundu ki dinlerken Xea’yı esneme tuttu. Sonra o anlattı başından geçenleri, biraz üstü kapalı olarak.
- ...işte iyice sıkılınca yeryüzüne çıkmak istedim ben de.
- İyi etmişsin. Senin yeraltındaki adresin tapınakçıların eline geçmiş bir şekilde. Adını hatırlamıyorum ama soyadı kalmış aklımda. Hiç soyadı Hakan olan birisiyle tanıştın mı?
Merih'ten bahsediyor olmalıydı. Hemen inkâr etti. Ona bir zarar gelmesini istemiyordu.
- Yok.
- İşte hiyerarşiye mensupmuş da o kişi, senin adresini o bildirmiş. Yani sen ayrılmak istemeseydin ben seni çağıracaktım.
- Peki beni burada bulabilirler mi?
- Bulabilirler ancak Surlariçi'nde hiçbir şey yapamazlar. Seni koruyan birileri var burada. Yiyorsa kaçırsın eşeğin dölleri.
- Ya Göksel boş ver onu da, senden bir ricam olacak.
- Nedir o?
- Hiç Mesarya’daki kamp hakkında bir şeyler biliyor musun?
- Ne yapacaksın ki?
- Birisi bana İtalya’ya göndermem için bol bol mektup verdi. Görüşemediği bir dostuna iletmem için. Karagül’den olduğumu söyleyince benim Degli Libertacılarla görüşmemi rica etti. Ben de kıramadım.
- İyi... Beraber gideriz.
- Ne zaman?
- Uzun zamandır gitmem gerekiyordu zaten, benim de işim var orada. Sen işini yapmış olursun, ben de kendi işimi. Ne dersin?
- Olur tabii...
- İyi madem, yarın akşama doğru saat altıda Köşklüçiftlik durağına gel. Oradan yeraltına iner gideriz.