Âdemoğullarının neonları boş bir tuval misali karanlığı kırmızı ve mor ışıklarla doldurmuştu. Yeraltı insana muhtaçtı çünkü daimi geceydi. Tabiat ananın yerine geçen “düşün”, burayı erişebileceği bütün sınırlara dek inşa etmiş ve nihayetinde tahtelarzın ilhamıyla kösnül bir kadın yaratmıştı.
Burada ikamet eden sakinlerin hislerinde, hayallerinde, suretlerinde o kadının izi vardı. Gün ışığı görmemiş yüzlerde o kadının öpücüğü, boyaları parçalanmış hanlarda o kadının dokunuşu, rutubetli havada o kadının kokusu vardı. Karmaşanın içinde hızla akıp giden hayatın içindeydi o da. O varken vakit ne kadar hızlı olursa olsun verdiği lezzetle zamanın üzerine tatlı bir ağırlık siniyordu.
Hayat hakikatten karışıktı bu diyarda. Çeşit çeşit hanların, onlara bağlı dükkanların ve çarşıların kendi kültürü vardı. Bu hanlar, bağlantıda olduğu esnaf ve tüccarlarla çeşitli kimlikleri temsil ediyordu. Bazısı irili ufaklı Hint memleketlerinden getirttiği baharatlarıyla meşhurdu, kimisi Uzak Doğu’dan taşıdığı süs eşyalarıyla, kimisi de Batı’dan gelen endüstriyel mallarıyla... Liste uzar giderdi, yeraltının kalabalığı da vakit geçirecek bir yer bulurdu.
Bu Lefke’den Mağusa’ya iki dağın arasında yılan gibi uzanan devasa yeraltı şehri aslında KKTC zamanında Türkiye’deki Anarşistlerin sürüldüğü devasa bir hapishaneydi. Bu yeraltı şehri Cryogenic ismi verilen Kuzey Amerika merkezli uluslararası bir teşkilat tarafından inşa edilmişti ve Türkiye'yi bu kararı vermek için zorlayan da yine Cryogenic idi. Cryogenic, Türkiye'deki devrimden ötürü ayrılana dek anarşistler burada çeşitli işkenceler gördü ve Türkiye'deki devrimi takip eden Karagül devrimi ile ancak yeryüzüne çıkabildiler.
Karagül devriminden sonra kendi haline terk edilmişti ama zamanla Kıbrıs ticareti geliştikçe alışverişler yeraltına indi. Burası sadece Kıbrıs'ın değil, tüm Akdeniz'in ticaret merkeziydi. Devrimden önce olduğu gibi hâlâ kaos doluydu ancak yeraltı yolculuğundan çıkabilenler kesinlikle varlıklı insanlar olarak geri çıkıyordu. Ve cesaret edebilenler, hiçbir yerde yaşayamayacakları hoş deneyimlerin lezzetine varıyordu.
Yeraltını tek tük görebilmişti Xea. Hiç beklemese de ziyarete değer yerler olduğuna kanaat etti. Ancak... Kalabalıktan kaçınmak için girdikleri yollar hem tenhaydı hem de fena manzaralarla doluydu. Her türlü fenalığa alışkın Heralga bile bu rotaya saptığına pişman olmuştu. Ölü cesetlerin farelerce kemirilmiş beyinlerini ve bağırsakları görmekten kim keyif alırdı ki? Ama en azından sadece mide bulandırıcıydı, yoksa ölüler acı çekmezdi. Dezomorfin müptelalarına denk gelmek daha da can sıkıcıydı. Derileri lif lif dağılmıştı ve kemikleri görünüyordu. Bunlar hem mide bulandırıcıydı hem de buruk bir his yaratıyorlardı insanda. Ancak hiç de mutsuza benzemiyorlardı; umacı gibi dolaşan bu insanlar gülüp eğleniyor, hiçbir şeyi umursamıyorlardı. Bu Xea’yı esas şaşırtan ve aynı zamanda ürperten şeydi. Ölüm, yani Xea'nın kendi kıyameti, onlar için basit bir meseleydi belli ki.
Cesetler, müptelalar, kaçaklar ve yol kesenler... Bir örüntü vardı burada, dağıldıkları yerler ve hangi sırayla gezginlerin karşısına çıkacakları bile belliydi. Ama onların dışında kalan bir meczup vardı. Öyle perişan ve farklıydı ki ona ancak meczup denirdi. Bozulmamış teniyle, yılansı sessizliğiyle o sefalet içerisinde benzersizdi. Xea bir türlü dikkatini ondan alamadı. En sonunda merakına yenik düşüp yanına yaklaştı. Konuşmak istiyordu. Ama ne diyebilirdi ki?
- İyi misiniz?
Adam cevap vermedi, hatta kıpırdamadı bile.
- Bir şeyiniz mi var?
- ...
- Yüzüme baksanıza!?
Kızmıştı, öfkesinin ne kadar anlamsız olduğunun farkında olarak. Gariban da uykudan uyanmışcasına irkildi. Rahatını bozan şu kadını süzdü... Karagül’ün zerrin desenli üniforması içinde bir kadın vardı karşısında. Alımlı... Zarif... Ama umurunda değildi. Esas umurunda olan şey yanlış bir şeyle suçlanıp suçlamadığı idi. Xea sorusunu, sesinin tonunu rahatlatıcı bir şekilde düzenleyerek yineledi:
- İyi misiniz?
Adamın yüzü korkudan bembeyaz kesmişti:
- Ne istiyorsunuz?
- Hiçbir şey. Esas senin istediğin bir şey var mı?
Xea’nın sorusu adama o anın stresi içerisinde öyle abes gelmişti ki en sonunda dayanamayarak nevrotik kahkahalar attı.
- İstesem ne istemesem ne?
Adam bir şeyi mi kastediyordu? Tavrı öyleydi çünkü. Ancak ne kadar düşünürse düşünsün neyi kastettiğini anlayamıyordu. Bu da onun merakını daha da perçinledi:
- Ne istersen vereceğim.
- Ne karşılığında?
- Hiçbir şey. Sadece neden...
- Huzurumu bozma yeter, vaktine yazık olur sadece. Ve...
Derin bir nefes çekti, sonra cümlesini tamamladı.
- Aklın varsa git bu buradan.
Adam yerinden kalktı. Zifirî karanlığa doğru yol aldı. Xea adamın dervişlere özgü tavırlarından çok etkilenmişti. Nice soru içerisinde yankılandı, kendi soyut biçimsizliğine yönelik varlığına doğru.
- O adam hastalıklı.
Heralga’nın sesini duyunca heyecanlandı.
- Nasıl hastalıklı?
- Hastalıklı işte. Virüs’ü kapmış...
- Ne virüsü?
- Ne virüsü olacak? Şu bahsettiğim hiyerarşiyi hatırladın mı? O hiyerarşinin Kutsal Virüs dediği virüs işte.
- Ne yapar?
- Düşünürsek... Çok şey yapar aslına bakarsan. Tat alma duyularını, böbrek üstü bezlerini ve sinir sistemini köreltir.
- Öldürür mü?
- Yok öldürmez, ancak hazzı sıfıra indirir. Sonrasında da ne bir coşku ne de bir yaşama keyfi bırakır. Ot gibi yaşarsın işte, o da bir ölüm sayılır.
Bu adamın katatonisini de açıklıyordu. Ruhun canlılığını besleyemiyordu ki hareket etmek, bir şeyler yapmak istesin. Ama yine de... Büyük bir ilham uyanmıştı kendi içinde. Maddi dünyanın baskı ve sıkıntılarından ayrılmak, yaşadıkları dünyayı bambaşka bir şekilde görebilmek kim bilir insana neler katardı. Zihni bu ilhamın ışığı ile aydınlandı.
- Ne acı aslında...
- Acı tabii. Ne lanet şey bir bilsen.
- Ama insana başka bir ufuk sunmaz mı bu hastalık?
- Farklı bir ufuk derken?
- Dünyayı başka bir şekilde görmene, maddenin farklı yönlerini keşfetmeni sağlamaz mı?
- Körlük, dünyayı daha farklı görmeni mi sağlar?
- Efendim?
Heralga yere bakarak yürümeye başladı. Onu tanıyanlar bilir, Heralga detaylı bir şey düşünürken ve düşündüklerini anlatırken yere bakardı hep.
- Bu hastalığın körlükten farkı yoktur. Bütün keyiflerini sadece iç dünyasından elde etmeye çalışan insan aslında kördür çünkü kısır bir döngüye saplanıp kalmıştır. Somut olan şey varlıktır. Var olanı hissedersin, deneyimler ve anlarsın. Soyutun amacı boşluğu kapatmak, hiçliği anlaşılır hale getirmektir. Maddiyattan koparsan, elde edeceğin tek varlık benliğin olur. O tek varlık da zamanla soyut anlamlarla bütünleşir, maddiyata ve çevreye hükmettiğini sanar. Yanılgı öyle fenadır ki, her şeyden kendisini suçlu ve sorumlu tutar benlik. Bir tanrı gibi davranır çünkü her şeye gücünün yetemeyeceğini anlamamıştır.
- Yani... Yani... Bunun dışında başka bir ufuk yok mu? Yalnızca bir hiçlik mi var? İnsan maddiyata muhtaç mı? Bunu nasıl biliyorsun?
- Bu kahpe virüs ne zamandan beri damarlarımda dolaşıyor biliyor musun sen? Bütün Karagül bununla savaşıyor. Laboratuvarlar, yapay zekalar, nice dehalar... Bıkmadan usanmadan çalışırlar şuna bir çare bulmak için. Ama sadece kişiden kişiye yayılmasını engelleyebildik, o kadar. Bunu yok etmek gerekiyor. Düzensizliği tesis edebilmek, doğanın gerçek akışına izin verebilmek için bununla başa çıkmak gerekiyor. Yoksa Karagül’ün bütün davası suya düşer. Eğer bunu yok edemezsek dünya milletleri duayen görünümlü şarlatanlara tapmaya ve kul olmaya devam edecektir.
Heralga’nın bu sözlerinin ardından Xea duraksadı. Burada bir çelişki olduğunu düşündü. Heralga hastalıklı bir benliğin her şeyden kendisini sorumlu tuttuğunu biliyor ama aynı zamanda kendi elinde olmayan şeylerden dolayı sorumluluk hissediyordu. Belki de anlamıyordu, düşünce ve dünya görüşü arasındaki bağ çok inceydi de kendi zihni o ilişkiyi kavrayamıyordu.
Heralga ise ağzını kapatır kapatmaz hemen gözü etrafında dolaşan silüetlere dikkati kaydı. Bir farklılık vardı bu gölgelerde... Olması gerekenden daha sessiz ve daha hızlıydılar. Heralga gibi birer siborg oldukları ufak detaylardan anlaşılıyordu, siborg oldukları belli olmasın diye bol kaftanlar giyseler de. Onları önce görmezden gelmeye çalıştı. Yok gibi davranmaya, tepkisizce durmaya çalıştı.
- Takip ediliyoruz.
- Ne!? Kim takip ediyor?
- Ne bileyim?
Heralga ceketinin iç cebinden siyah iki misket çıkarttı ve yere yuvarladı. Buhar verince de hızlı adımlarla uzaklaştılar. Birkaç dakika sonra Xea başını çevirip arkasına baktığında arkalarınında hafif sis tutmuştu. Gayet doğal görünüyordu üstelik. Olayla hiç alakası olmasa kendiliğinden belirdi zannederdi.
- Ne attın yere?
- Sis bombası. Ama biraz farklı.
- Nasıl farklı?
- Normal bir sis bombası hemen kendisini belli eder. Niye diye sorarsan... Niyesi işte çok yoğun bir buhar atar. Ancak bu daha doğal bir sis yaratır, etkisi uzun sürer. Bu yüzden kullanıp kullanmadığın pek anlaşılmaz.
Deforme olmuş bir duvara denk gelene dek kaçtılar. Duvarın üzerinde basamaklar vardı. Heralga duvara tutundu, ardından kol protezlerinden çıkan bir zincir vasıtasıyla çelik bir kolona tırmandı. Sonra da zincirini Xea’ya uzatıp kendisine çekti. Kurtuldular sayılırdı, kimse onları kolay kolay bulamazdı.
Heralga etrafı süzdü gözlerindeki merceklerle beraber. Kaçtıkları silüetler teker teker ışığın altında toplanmıştı. Beyaz maskeler, uzun siyah kaftanlar ve üçgen kapüşonlar... Onlar hiyerarşinin takipçileri idi... Yani tapınakçılar. Yanlarına şu Xea’nın sohbet ettiği zavallıyı sert bir şekilde sorguluyorlardı. Heralga hemen pire büyüklüğünde minik bir mikrofon çıkarttı ve yanlarına gönderdi.
- Burada gördüm abi. Valla başka bir şey bilmiyorum. Baktım iki Karagülcü, salça olmasınlar diye sıvıştım hemen.
Tapınakçılar neye inandı bilinmez, adamın sözüne güvenip gitmesine izin verdiler, sonra da birbirleriyle konuşmaya başladılar. Uzun boylu bir erkek lafa girdi:
- Bir etrafı araştıralım en iyisi. Bir ihtimal burada olabilirler. Burası nereye çıkıyor biliyor musunuz?
Başka bir erkek, ona cevap verdi:
- Kaymaklı tarafına.
- E ne işleri var o tarafta? Ortaköy’e gitmeyecek mi bunlar?
- Yeryüzüne en kısa çıkış da burası, belki çabucak çıkarız diye düşünmüşlerdir.
- Mümkün... O zaman haber verelim ağımıza, Kaymaklı ile Ortaköy taraflarını bir kolaçan etsinler. Adamı bulmasalar da olur, önemli olan kadın. Biz de burada biraz dolaşalım, belki uzakta değillerdir.
Heralga güldü. Ne yapmak istediklerinden hiç haberi yoktu bunların.
- Bence... Burada bulamayız onları. Koskoca Heralga sonuçta. İlla ki bir fare deliğine saklanıp yolunu bulmuştur.
- Olsun. Hiyerarşiye bir şey yaptık deriz en azından.
En başından beri sessiz kalan erkek, Heralga’nın yarattığı sise bakarak sordu:
- Yeraltında sis olur mu?
Heralga da "Ne ebleh adammışım ben..." diyerek mırıldandı kendi kendisine. Bu tapınakçılar, çok da tecrübeli değildi ancak aptal da değillerdi.
Heralga'nın tuhaf tavırlarından Xea sorun olduğunu anlamıştı.
- Ne oldu, Heral... Yani Göksel?
- Ne olacak? Adamlar uyandı. Yeraltının bu tarafında sis olur mu hiç? Hiçbir şey koymasam daha iyiydi.
İkili ayağa kalktı, ince kolonun üzerinde dikkatlice yürüdüler. Tapınakçılar ise kendi aralarında hararetlice tartışıyorlardı. Bir kadın, burada sis olabileceğini savunuyordu. Ama argümanları saçmaydı, diğerleri artık onu ciddiye almayı bırakmışlardı. Zaten... Onun da niyeti biraz oyalamaktı.
Ancak eğilerek geçebilecekleri dar bir tünelin içine vardılar. Zemin delik ızgara olduğundan zeminden ne kadar yüksek olduklarını görebiliyorlardı. Her adım attıklarında zemin sarsılıyor ve Xea aşağıya düşeceğini zannediyordu. Pek konforlu bir yer değildi, ancak yeraltının pembeli kırmızılı debdebesini bu açıdan izleme fırsatını herhâlde bir daha bulamazdı.
- Güvende miyiz?
- Burada bizi kimse bulamaz. Rahat ol.
- Burası neresi?
- Yeraltı bir hapishane olarak iş görürken kullanılan ana elektrik hattı. Karagül adayı teslim alınca daha elektrik verilmedi, öyle kendi halinde durur. Baktım orada paslanmış elektrik kutusu duruyor. O an aklıma geldi, iyi fikir değil mi?
- Şahane fikir hem de. Arkamızdan gelemezler, değil mi?
- Gelirlerse gelsinler, labirent gibi zaten içi. Nasıl bulsunlar bizi?
- Bulamazlar.
- Bulamazlar ya.
Xea yeraltını süzdü, neonların arasında dolaşan insanlara baktı. İnsanlar, binlerce kolu ve başı olan devasa bir bedenin minik uzuvlarına dönüşmüştü baktığı açıdan. Onların içinde kaybolduğu hanlar ve pasajlar ise ahtapotun kollarını andırıyordu. Bu manzarayı uzun uzun süzdü, Heralga ise o esnada yolladığı mikrofonu yönlendirmekle uğraşıyordu.
- Nereye gidiyoruz?
- Şu ilerideki cam bina var ya... Ağacın kökleri gibi dağılmış hani. Oraya vara... Bir saniye...
Heralga'nın planı Karagül'ün yeraltı karakoluna varmaktı, ancak mikrofondan gelen sesleri duyunca oraya sağ salim varamayacağını anladı. Yolladığı pire fark edilmişti ve pireden Heralga'nın tahmini konumunu da saptamışlardı. Zaten, ayak sesleri duyulur hâle geldi. O an Xea'yı başka bir yere götürmeye karar verdi, bütün planı değiştirdi. Tapınakçılar elektrik ağına girince aklındakini uygulamaya karar verdi.. İç cebinde çakmak niyetine tuttuğu lazerini çıkarttı ve altındaki metal ızgarayı kesti. Yavaş olabilirdi ama neticede sessizdi. Kestiği ızgarayı da bir kenara koyunca Xea’ya seslendi:
- Sarıl bana.
- Ne? Ne yapacağız?
- Üzerimdeki eklentiler beni sert düşüşlerden korur. Bana sarılırsan rahatça aşağıya ineriz, ama sana elektrik çarpabilir.
- Çok acır mı canım?
- İhtimale göre kül olabilirsin bile.
- Eee... Pek iç açıcı olmadı doğrusu.
Heralga ceketini çıkarıp Xea’ya uzattı.
- Aha... Bunu al kendine... Beraber atlarız, yere yaklaşınca benden ayrılır ceketimi paraşüt misali kullanırsın. Ceket de ona göre tasarlandı zaten. Yere yaklaşınca bana bile elektrik vuruyor biraz. Merceklerle baktığım zaman bir tente görüyorum... Oraya düşeceğiz. Düşerken dizlerini kır, kollarını aç, ceketi de dikkatli kullan.
Xea yüksekliğe baktı. Çekinse de yapacak bir şey yoktu. Koca paltoyu giyip sarıldı, sonra da doksan metrelik yükseklikten atladılar. Kurdukları plana rağmen Xea hiçbir zaman Heralga’nın gövdesinden ayrılmadı, canı yansa bile. Bir tenteye düştüler, sonra o tente de ağırlıklarını kaldıramayıp yırtıldı ve tekrar düştüler. Şans şu ki, ikisi de sapasağlamdı. Çarşı ahalisi etraflarına toplandı. Kimisi su, kimisi acılarını dindirsin diye sigara ikram etti, kimisi de sadece vaziyetlerini sormakla yetindi. Sapasağlam oldukları anlaşılınca kendi hâline bıraktılar onları.
Heralga Karagül ağına bağlanıp yardım istemeyecekti. Kimse ihtimal vermese de içeride casuslar olduğunu düşünüyordu ve yerini afişe etmeyi hiç istemezdi.Güvenebileceği bir dostuna yerel ağlar ile haber verdi, sonra da buluştular.
Sakin, kendi işinde gücünde insanların olduğu bir mahalleyi seçmişlerdi buluşmak için. Xea’nın da pek hoşuna gitmişti bu mahalle. İlk karşılaştığı görüntü bir tablo gibi zihnine kazınmıştı: Ateşin üzerinde pişen kahve kokusu sokakları sarmış, insanlar da bu ateşin etrafındaki sedirlerde geleni geçeni izliyorlardı. Yeraltı çok karmaşıktı ancak bu mahallede zaman durmuştu.
Bu insanların dışında dikkat çeken ilk kişi köşede sessizce etrafı kolaçan eden siyahlara bürünmüş esmer bir kadındı. Gözlerinin etrafını afyon çiçeği gibi boyamıştı. Tanınmamak için başına şapka, yüzüne de tül çekmişti. Yanına gidince sıska bir yüzü, ince dudakları ve baykuşlar gibi ışık toplayan gözleri olduğunu gördü Xea. Bu son detay, onun siborg olduğunu ele veriyordu.
- Ece...
- Naber yakışıklı?
- Melek’le tanışmanı isterim.
Ece bir süre daha önce hiç görmediği bu yabancıyı süzdü. Neden sonra gülümseyip elini uzattı, Xea da ürkekçe karşılık verdi.
- Memnun oldum...
- Ben de...
Heralga stresini belli edercesine lafa girdi.
- Melek’e kalacak güvenli bir yer buldun mu?
- Buldum. Art Diktatör diye bir han, gizlenmek için şahane bir yerdir. Başına çeker kaftanı kendi köşesinde uslu uslu oturur.
- Tabutluk falan değil, değil mi?
- Değil Gökoş.
- Sana emanet ediyoruz ama... İnşallah iyi bir yerdir.
Heralga Xea’yı uzak bir köşeye çekti kısa bir süreliliğine ve eline bir broş uzattı.
- Şimdi... Bizim Ece biraz çatlaktır. Olsun, bana çok yardımı olmuştur, ona güvenebilirsin. Eğer bir şey olursa hemen Ece’ye git, o sana yardım eder. Bu broşu kenarlarından bastırırsan bana sinyal gelir, onu ne olursa olsun yanında taşı. Şimdilik gitmem lazım, yanımda görünmen senin için iyi olmayabilir. Şu an beyin çipim kapalı ama yine de hemen uzaklaşmalıyım.
Korku Xea'yı iyice sarmıştı. Neredeydi, dün neredeydi ve şimdi neredeydi... Hepsi karışmıştı. Heralga'nın onu bırakmasını istemiyordu. Yine de yapacak bir şey yoktu.
- Peki Gökoş...
- Sen de mi yahu?
Xea yine kıkırdadı.
- Aman ağzımdan kaçtı işte.
- Bir Ece’yi daha çekemem, haberin olsun.
- Peşimizdeki adamlar ne istiyor?
- Seni...
- Evet ama... Neden?
- Sana sabah anlatmıştım ya.
- Evet ama... Her şeyi çok üstün körü geçiyorsun. Detaya giremez misin?
Heralga duraksadı. Sorular çok ani ve hızlı bir şekilde gelmişti. Gerçi bu sorunu geleceğini biliyordu, kafasındakileri toplayınca hepsini tane tane anlatmaya çalıştı.
- İyi dinle. Bu tapınakçılar... yani bahsettiğim hiyerarşi... İnsanın bütün hazlarından arınmasını gerektiren bir öğretiye inanıyorlar. Ve senin yaratacağın yıkımdan korkuyorlar, çünkü kendi genetiğindeki şifre ile o bilgisayar sistemini yıkabilirsin. Bu yıkımın büyük bir amacı var. Karagül’ün ve Anarşizm’in önündeki bütün engelleri kaldırmak. Karagül, öyle güçlü bir örgüt ki bütün dünyaya hakim olabilir. Karagül sadece Kıbrıs’tan ibaret değil, öyle görünse de. Senin.... Bilmen gereken şey... Vesta yapısı. Yani şu bahsettiğim bilgisayar sistemi. Tapınakçıların sürdürmeye çalıştığı yapı o. Varlık amacın da işte bu. Anahtarı taşımak ve en son efendiyi, Vesta yapısını yok edip Anarizm’i tesis etmek. Ama sana demeliyim ki, bunları bildiğini kimseye belli etme. Çok dikkat çeker. Artık gitmem gerekiyor, dikkatli ol; ihtiyaç duyduğun an o broşu kullanabilirsin.
Heralga gidince Xea'nın morali bozulmuştu, neticede güvenebileceği ilk kişi Heralga idi. Şimdi Ece vardı. Kötü birisi gibi durmuyordu. Tıpkı bir çocuğun elinden tutar gibi, ki Xea da ruhen bir çocuk sayılırdı, elini tuttu:
- Hadi gel gidelim Art diktatörümüze...
- O ne?
- Kalacağın hanın adı.
- Handan çok megaloman bir şarkıcı adı gibi. Bir şey daha soracağım...
- Tabii ki de...
- Bu Karagül nedir?
- Bilmem, bizim örgütümüz işte.
- Yani... Karagül’ün amacı ne, biliyor musun?
- Anarşizm’i temsil etmek işte. Sen esas neyi merak ediyorsun?
- Bilmiyorum. Daha derinden bir cevap arıyorum.
Ece beyin çipinde bir metni hazırladı, sonra da elini Xea’nın omzuna attı.
- Bak... Karagül’ün mottosu olmuş çok güzel bir demeç var. Çok severim. Bence Karagül’ün niyetini ve ideolojisini çok güzel özetliyor, duymak ister misin?
- Neden olmasın?
- Anlatıyorum... “Karagül’ün davası insanın artık gerçekten kopuk putlarını kırmak, onu bütün baskılardan ayıklamaktadır. İnsan ne başarıya muhtaçtır, ne de rekabete. İnsan insan olarak kalmalıdır, kendisini tanrı ilan etmemelidir. Zaaflarından arınıyorum derken kendiliğinden varoluşun kusursuz dengesini bozmamalıdır. İnsan haz alır, o zaman Karagül de hazcıdır. İnsan kusurludur, o zaman Karagül’ün de pek çok hatası vardır. Biz hiçbir zaman bütün insanları hakimiyetimize almamız gerektiğini söylemedik, hiçbir zaman insanlara ruhani bir rehber olmadık. Sadece varız dedik, verginizi verin dedik ve sizi koruyacağız dedik. İstemeyen vermedi, kendi hallerine kalmalarını kabul ettik. Biz bir medeniyet veyahut bir fikir devleti değiliz; hatta biz devlet değiliz. Biz yalnızca maddenin ve doğal işleyişin bu düzendeki temsilcileriyiz.”