Âdemoğullarının neonları boş bir tuval misali karanlığı kırmızı ve mor ışıklarla doldurmuştu. Yeraltı insana muhtaçtı çünkü daimi geceydi. Tabiat ananın yerine geçen “düşün”, burayı erişebileceği bütün sınırlara dek inşa etmiş ve nihayetinde tahtelarzın ilhamıyla kösnül bir kadın yaratmıştı.

Burada ikamet eden sakinlerin hislerinde, hayallerinde, suretlerinde o kadının izi vardı. Gün ışığı görmemiş yüzlerde o kadının öpücüğü, boyaları parçalanmış hanlarda o kadının dokunuşu, rutubetli havada o kadının kokusu vardı. Karmaşanın içinde hızla akıp giden hayatın içindeydi o da. O varken vakit ne kadar hızlı olursa olsun verdiği lezzetle zamanın üzerine tatlı bir ağırlık siniyordu.

Hayat hakikatten karışıktı bu diyarda. Çeşit çeşit hanların, onlara bağlı dükkanların ve çarşıların kendi kültürü vardı. Bu hanlar, bağlantıda olduğu esnaf ve tüccarlarla çeşitli kimlikleri temsil ediyordu. Bazısı irili ufaklı Hint memleketlerinden getirttiği baharatlarıyla meşhurdu, kimisi Uzak Doğu’dan taşıdığı süs eşyalarıyla, kimisi de Batı’dan gelen endüstriyel mallarıyla... Liste uzar giderdi, yeraltının kalabalığı da vakit geçirecek bir yer bulurdu.

Bu Lefke’den Mağusa’ya iki dağın arasında yılan gibi uzanan devasa yeraltı şehri aslında KKTC zamanında Türkiye’deki Anarşistlerin sürüldüğü devasa bir hapishaneydi. Bu yeraltı şehri Cryogenic ismi verilen Kuzey Amerika merkezli uluslararası bir teşkilat tarafından inşa edilmişti ve Türkiye'yi bu kararı vermek için zorlayan da yine Cryogenic idi. Cryogenic, Türkiye'deki devrimden ötürü ayrılana dek anarşistler burada çeşitli işkenceler gördü ve Türkiye'deki devrimi takip eden Karagül devrimi ile ancak yeryüzüne çıkabildiler.

Karagül devriminden sonra kendi haline terk edilmişti ama zamanla Kıbrıs ticareti geliştikçe alışverişler yeraltına indi. Burası sadece Kıbrıs'ın değil, tüm Akdeniz'in ticaret merkeziydi. Devrimden önce olduğu gibi hâlâ kaos doluydu ancak yeraltı yolculuğundan çıkabilenler kesinlikle varlıklı insanlar olarak geri çıkıyordu. Ve cesaret edebilenler, hiçbir yerde yaşayamayacakları hoş deneyimlerin lezzetine varıyordu.

Yeraltını tek tük görebilmişti Xea. Hiç beklemese de ziyarete değer yerler olduğuna kanaat etti. Ancak... Kalabalıktan kaçınmak için girdikleri yollar hem tenhaydı hem de fena manzaralarla doluydu. Her türlü fenalığa alışkın Heralga bile bu rotaya saptığına pişman olmuştu. Ölü cesetlerin farelerce kemirilmiş beyinlerini ve bağırsakları görmekten kim keyif alırdı ki? Ama en azından sadece mide bulandırıcıydı, yoksa ölüler acı çekmezdi. Dezomorfin müptelalarına denk gelmek daha da can sıkıcıydı. Derileri lif lif dağılmıştı ve kemikleri görünüyordu. Bunlar hem mide bulandırıcıydı hem de buruk bir his yaratıyorlardı insanda. Ancak hiç de mutsuza benzemiyorlardı; umacı gibi dolaşan bu insanlar gülüp eğleniyor, hiçbir şeyi umursamıyorlardı. Bu Xea’yı esas şaşırtan ve aynı zamanda ürperten şeydi. Ölüm, yani Xea'nın kendi kıyameti, onlar için basit bir meseleydi belli ki.

Cesetler, müptelalar, kaçaklar ve yol kesenler... Bir örüntü vardı burada, dağıldıkları yerler ve hangi sırayla gezginlerin karşısına çıkacakları bile belliydi. Ama onların dışında kalan bir meczup vardı. Öyle perişan ve farklıydı ki ona ancak meczup denirdi. Bozulmamış teniyle, yılansı sessizliğiyle o sefalet içerisinde benzersizdi. Xea bir türlü dikkatini ondan alamadı. En sonunda merakına yenik düşüp yanına yaklaştı. Konuşmak istiyordu. Ama ne diyebilirdi ki?

Adam cevap vermedi, hatta kıpırdamadı bile.

Kızmıştı, öfkesinin ne kadar anlamsız olduğunun farkında olarak. Gariban da uykudan uyanmışcasına irkildi. Rahatını bozan şu kadını süzdü... Karagül’ün zerrin desenli üniforması içinde bir kadın vardı karşısında. Alımlı... Zarif... Ama umurunda değildi. Esas umurunda olan şey yanlış bir şeyle suçlanıp suçlamadığı idi. Xea sorusunu, sesinin tonunu rahatlatıcı bir şekilde düzenleyerek yineledi:

Adamın yüzü korkudan bembeyaz kesmişti:

Xea’nın sorusu adama o anın stresi içerisinde öyle abes gelmişti ki en sonunda dayanamayarak nevrotik kahkahalar attı.

Adam bir şeyi mi kastediyordu? Tavrı öyleydi çünkü. Ancak ne kadar düşünürse düşünsün neyi kastettiğini anlayamıyordu. Bu da onun merakını daha da perçinledi:

Derin bir nefes çekti, sonra cümlesini tamamladı.

Adam yerinden kalktı. Zifirî karanlığa doğru yol aldı. Xea adamın dervişlere özgü tavırlarından çok etkilenmişti. Nice soru içerisinde yankılandı, kendi soyut biçimsizliğine yönelik varlığına doğru.

Heralga’nın sesini duyunca heyecanlandı.

Bu adamın katatonisini de açıklıyordu. Ruhun canlılığını besleyemiyordu ki hareket etmek, bir şeyler yapmak istesin. Ama yine de... Büyük bir ilham uyanmıştı kendi içinde. Maddi dünyanın baskı ve sıkıntılarından ayrılmak, yaşadıkları dünyayı bambaşka bir şekilde görebilmek kim bilir insana neler katardı. Zihni bu ilhamın ışığı ile aydınlandı.

Heralga yere bakarak yürümeye başladı. Onu tanıyanlar bilir, Heralga detaylı bir şey düşünürken ve düşündüklerini anlatırken yere bakardı hep.

Heralga’nın bu sözlerinin ardından Xea duraksadı. Burada bir çelişki olduğunu düşündü. Heralga hastalıklı bir benliğin her şeyden kendisini sorumlu tuttuğunu biliyor ama aynı zamanda kendi elinde olmayan şeylerden dolayı sorumluluk hissediyordu. Belki de anlamıyordu, düşünce ve dünya görüşü arasındaki bağ çok inceydi de kendi zihni o ilişkiyi kavrayamıyordu.

Heralga ise ağzını kapatır kapatmaz hemen gözü etrafında dolaşan silüetlere dikkati kaydı. Bir farklılık vardı bu gölgelerde... Olması gerekenden daha sessiz ve daha hızlıydılar. Heralga gibi birer siborg oldukları ufak detaylardan anlaşılıyordu, siborg oldukları belli olmasın diye bol kaftanlar giyseler de. Onları önce görmezden gelmeye çalıştı. Yok gibi davranmaya, tepkisizce durmaya çalıştı.

Heralga ceketinin iç cebinden siyah iki misket çıkarttı ve yere yuvarladı. Buhar verince de hızlı adımlarla uzaklaştılar. Birkaç dakika sonra Xea başını çevirip arkasına baktığında arkalarınında hafif sis tutmuştu. Gayet doğal görünüyordu üstelik. Olayla hiç alakası olmasa kendiliğinden belirdi zannederdi.

Deforme olmuş bir duvara denk gelene dek kaçtılar. Duvarın üzerinde basamaklar vardı. Heralga duvara tutundu, ardından kol protezlerinden çıkan bir zincir vasıtasıyla çelik bir kolona tırmandı. Sonra da zincirini Xea’ya uzatıp kendisine çekti. Kurtuldular sayılırdı, kimse onları kolay kolay bulamazdı.

Heralga etrafı süzdü gözlerindeki merceklerle beraber. Kaçtıkları silüetler teker teker ışığın altında toplanmıştı. Beyaz maskeler, uzun siyah kaftanlar ve üçgen kapüşonlar... Onlar hiyerarşinin takipçileri idi... Yani tapınakçılar. Yanlarına şu Xea’nın sohbet ettiği zavallıyı sert bir şekilde sorguluyorlardı. Heralga hemen pire büyüklüğünde minik bir mikrofon çıkarttı ve yanlarına gönderdi.

Tapınakçılar neye inandı bilinmez, adamın sözüne güvenip gitmesine izin verdiler, sonra da birbirleriyle konuşmaya başladılar. Uzun boylu bir erkek lafa girdi:

Başka bir erkek, ona cevap verdi:

Heralga güldü. Ne yapmak istediklerinden hiç haberi yoktu bunların.

En başından beri sessiz kalan erkek, Heralga’nın yarattığı sise bakarak sordu:

Heralga da "Ne ebleh adammışım ben..." diyerek mırıldandı kendi kendisine. Bu tapınakçılar, çok da tecrübeli değildi ancak aptal da değillerdi.

Heralga'nın tuhaf tavırlarından Xea sorun olduğunu anlamıştı.

İkili ayağa kalktı, ince kolonun üzerinde dikkatlice yürüdüler. Tapınakçılar ise kendi aralarında hararetlice tartışıyorlardı. Bir kadın, burada sis olabileceğini savunuyordu. Ama argümanları saçmaydı, diğerleri artık onu ciddiye almayı bırakmışlardı. Zaten... Onun da niyeti biraz oyalamaktı.

Ancak eğilerek geçebilecekleri dar bir tünelin içine vardılar. Zemin delik ızgara olduğundan zeminden ne kadar yüksek olduklarını görebiliyorlardı. Her adım attıklarında zemin sarsılıyor ve Xea aşağıya düşeceğini zannediyordu. Pek konforlu bir yer değildi, ancak yeraltının pembeli kırmızılı debdebesini bu açıdan izleme fırsatını herhâlde bir daha bulamazdı.

Xea yeraltını süzdü, neonların arasında dolaşan insanlara baktı. İnsanlar, binlerce kolu ve başı olan devasa bir bedenin minik uzuvlarına dönüşmüştü baktığı açıdan. Onların içinde kaybolduğu hanlar ve pasajlar ise ahtapotun kollarını andırıyordu. Bu manzarayı uzun uzun süzdü, Heralga ise o esnada yolladığı mikrofonu yönlendirmekle uğraşıyordu.

Heralga'nın planı Karagül'ün yeraltı karakoluna varmaktı, ancak mikrofondan gelen sesleri duyunca oraya sağ salim varamayacağını anladı. Yolladığı pire fark edilmişti ve pireden Heralga'nın tahmini konumunu da saptamışlardı. Zaten, ayak sesleri duyulur hâle geldi. O an Xea'yı başka bir yere götürmeye karar verdi, bütün planı değiştirdi. Tapınakçılar elektrik ağına girince aklındakini uygulamaya karar verdi.. İç cebinde çakmak niyetine tuttuğu lazerini çıkarttı ve altındaki metal ızgarayı kesti. Yavaş olabilirdi ama neticede sessizdi. Kestiği ızgarayı da bir kenara koyunca Xea’ya seslendi:

Heralga ceketini çıkarıp Xea’ya uzattı.

Xea yüksekliğe baktı. Çekinse de yapacak bir şey yoktu. Koca paltoyu giyip sarıldı, sonra da doksan metrelik yükseklikten atladılar. Kurdukları plana rağmen Xea hiçbir zaman Heralga’nın gövdesinden ayrılmadı, canı yansa bile. Bir tenteye düştüler, sonra o tente de ağırlıklarını kaldıramayıp yırtıldı ve tekrar düştüler. Şans şu ki, ikisi de sapasağlamdı. Çarşı ahalisi etraflarına toplandı. Kimisi su, kimisi acılarını dindirsin diye sigara ikram etti, kimisi de sadece vaziyetlerini sormakla yetindi. Sapasağlam oldukları anlaşılınca kendi hâline bıraktılar onları.

Heralga Karagül ağına bağlanıp yardım istemeyecekti. Kimse ihtimal vermese de içeride casuslar olduğunu düşünüyordu ve yerini afişe etmeyi hiç istemezdi.Güvenebileceği bir dostuna yerel ağlar ile haber verdi, sonra da buluştular.

Sakin, kendi işinde gücünde insanların olduğu bir mahalleyi seçmişlerdi buluşmak için. Xea’nın da pek hoşuna gitmişti bu mahalle. İlk karşılaştığı görüntü bir tablo gibi zihnine kazınmıştı: Ateşin üzerinde pişen kahve kokusu sokakları sarmış, insanlar da bu ateşin etrafındaki sedirlerde geleni geçeni izliyorlardı. Yeraltı çok karmaşıktı ancak bu mahallede zaman durmuştu.

Bu insanların dışında dikkat çeken ilk kişi köşede sessizce etrafı kolaçan eden siyahlara bürünmüş esmer bir kadındı. Gözlerinin etrafını afyon çiçeği gibi boyamıştı. Tanınmamak için başına şapka, yüzüne de tül çekmişti. Yanına gidince sıska bir yüzü, ince dudakları ve baykuşlar gibi ışık toplayan gözleri olduğunu gördü Xea. Bu son detay, onun siborg olduğunu ele veriyordu.

Ece bir süre daha önce hiç görmediği bu yabancıyı süzdü. Neden sonra gülümseyip elini uzattı, Xea da ürkekçe karşılık verdi.

Heralga stresini belli edercesine lafa girdi.

Heralga Xea’yı uzak bir köşeye çekti kısa bir süreliliğine ve eline bir broş uzattı.

Korku Xea'yı iyice sarmıştı. Neredeydi, dün neredeydi ve şimdi neredeydi... Hepsi karışmıştı. Heralga'nın onu bırakmasını istemiyordu. Yine de yapacak bir şey yoktu.

Xea yine kıkırdadı.

Heralga duraksadı. Sorular çok ani ve hızlı bir şekilde gelmişti. Gerçi bu sorunu geleceğini biliyordu, kafasındakileri toplayınca hepsini tane tane anlatmaya çalıştı.

Heralga gidince Xea'nın morali bozulmuştu, neticede güvenebileceği ilk kişi Heralga idi. Şimdi Ece vardı. Kötü birisi gibi durmuyordu. Tıpkı bir çocuğun elinden tutar gibi, ki Xea da ruhen bir çocuk sayılırdı, elini tuttu:

Ece beyin çipinde bir metni hazırladı, sonra da elini Xea’nın omzuna attı.