Xea'nın ilk gecesinde kısa süren bir yağmur Kıbrıs'ın kurumuş topraklarını ıslattı ve şehirlerini temizledi. Kimisi karanlık kimisi telaşlı nice sima ortalıktan çekildi ve sokaklar kısa süreliğine bir nefes aldı. En azından yerin üstü için bu geçerliydi. Yerin altındaki dünya çok daha canlı, çok daha renkli ama aynı zamanda çok tehlikelidir. Ancak bunların hiçbirisinin Xea'nın egzantirik dünyasıyla âlâkası yoktu. Xea'nın hisleri tarifsizdi, onun hisleri hiçbir koşulda bir rahimden doğmuş insanla aynı olamazdı. Bunun nedeni onun bir android ya da robot olmasından ötürü değildi. Tuhaf bir şekilde doğmuş olsa da en nihayetinde tamamen bir insandı. Hatta kendi organik uzuvlarını güçlü protezler ve eklentilerle değiştirmiş asker Heralga'ya kıyasla çok daha insandı.
Hislerinin anlaşılmazlığı diğer insanların aynı şeyleri hiçbir şekilde hissedemeyecek olmasından geliyordu. O hiçliği biliyordu, hiçliğe alışmıştı ve hiçliği mevcudiyetiyle doldurmuştu. Her şey onunla alakalıydı. Ama kendisini hiç görmemişti. Fiziksel ortamdan yalıtıldığı zaman neye benzediğini bile düşünmemişti. İlk gördüğü ayna ise müdahale edemediği varlığını ifşa etmişti kendisine. Bunun kendisi olduğunu biliyordu ama kendi varlığının böyle bir şey olmasını sindiremiyordu. Kendi varlığına doğrudan müdahale edebilirmiş gibi hissediyordu, herhangi bir dış müdahaleye gerek kalmaksızın.
Şimdi ise sıska, çelimsiz, solgun ve feminen vücudunu görüyordu aynada. Bundan ayrılamazdı, kopamazdı, yeniden biçimlendiremezdi. Bu tuhaf varlık yok olduğu zaman kendisi de yok olacaktı. Bu hapsolmaktı. Hem de hapsolmanın en acı verici şekli. Bir odaya kapatılsaydı o odayı kendi parlak evrenine dönüştürebilirdi. Peki ya şimdi..? Maddi alemin kısıtlamalarına dâhildi. İşin gülünç kısmı; o aslında hep bu bedene aitti, o bedende yaşıyordu lâkin bunun farkında değildi. Doğuşu farkındalığı, farkındalığı ise varoluşunun müthiş esaretini getirmişti.
Yorgundu, nereden öğrendiğini bilmediği ancak bir anda zihin alanında zuhur eden bilgilerden birisi de uyuması gerektiği idi. Şimdiye dek hiç uyumamıştı, beyni uyumayı defalarca taklit etmişti ancak gerçek anlamda uyumamıştı. Yatağa uzandı, pamukların üzerine serildi ve gözleri kısa dakikalar içerisinde kapandı. Şimdi sahip olduğu tek şeyi, kontrolü de kaybetmişti. Her şey bir zelzele gibi sallandı önce. Hareket edemediğini anladı ama nafile. Beyni rastgele frekanslar arasında kalmış bir radyo gibi birbirine girmiş anlamsız sahneler üretti. Zaman aktı, sahneler aktı ve sonra da her şey gerçekten daha gerçek oldu. Bu sefer her şey yine anlamsız olmasına karşın ona anlamlı geldi.
Xea ilk rüyasında nereden geldiğini göremediği vücutsuz kişileri bir ray üzerinde gelirken gördü. Herhangi bir neşe, duygu veya benlik taşımıyorlardı. Bir fabrikadan çıkan ürünler gibiydiler ama hayır... Çok daha asildiler. Onlar kutsal bir makinenin işleyen parçalarını oluşturan asil insanlardı. Arınmışlardı. Xea'nın içine düştüğü hapishaneden kaçabilmişlerdi.
Rayların gittiği yere baktı. Karanlığı ve kıyımı gördü. Raylarla oraya taşınan asil insanlar barbarca hislere sahip insanlarca öldürülüyordu. Bu barbarlar insanı insan yapan her türlü aşağılık özelliğe sahiptiler. Onlar da özgürdü ancak onların özgürlüğü sezgilere ve hislere dayalı bir özgürlüktü. Ya da başka bir yorumla hislerine ve sezgilerine tutsaktılar. Onlar asla bir sistem kuramazlardı, hizmet edemezlerdi ve bu yüzden hiçbir koşulda yüceltilemezlerdi.
Barbarların içerisinden safir renkli bir kadın süzülerek yanına geldi. Xea ile kıyaslandığı zaman çok farklıydılar. Xea'nın kendi güzelliği durgun ve hareketsiz bir güzellikten oluşuyordu; bu kadının güzelliği ise canlılığın estetiğini taşıyordu.
“Ben Kara Melek, bu dünyadaki savaşların, nefretlerin ve kavgaların kraliçesiyim. Sen ise o ışığın meleğisin. Karanlık daimi ve süreklidir. Ancak ışık en nihayetinde söner. Ben kendiliğinden gelen gücü temsil ederim. Sen ise entropiye aitsin. Ben ışığı ışık yaparım, sen ise onu karanlıkta dağıtırsın ve gücün bitince yok olursun.”
Bu düşmanca bir söz değildi, Xea bunu hissetti. Bu ölümü anmaktı. İnkar edemezdi, kendisinin kum saati artık tersine çevrilmişti.
Uyandı.
O etkileyici rüyanın ardından yine aynı bedenin içerisindeydi. Aynadaki görüntüsü yine değişmemişti. Hâlbuki kendi psişik yasalarına göre değişmesi gerekirdi. Bir süre uykunun verdiği mahmurlukla boş boş aynada kendisini süzdü. O esnada kulağına ufak bir kaç çınlama geldi.
Kahvaltı sesleri...
Perdenin aralığından uzayan hüzmenin içerisindeki Çin gülünü izleyerek bir süre düşündü. Rüyası... Gerçekten çok güzeldi. Kontrolü kaybettiği ilk anda ruhuna sızmasına izin vermediği şeyler de sızmıştı. Gün ışığı... "Artık güneşin devri başladı" diye mırıldandı kendi kendisine. Güneşin hüzmesine kendisini kaptırmışken söyledi bunu...
O an, kendisini daha soyut bir şekilde biçimlendirebileceğini düşündü. Mesela... Diğer insanlar gibi isimler alabilirdi. "Heralga" ismi "Heralga"nın savaşlarda tanınmamak için kullandığı, sonra da üstüne kalmış bir takma addı. Esas adı Göksel Berke İncirli. Göksel diye sesleniyordu insanlar ona. Peki neden kendisi bilmem hangi algoritmayla belirlenmiş anlamsız bir ismi taşıyacaktı ki? Rüyasının da tesiriyle bir karar verdi, kendisini Melek olarak tanıtacaktı.
İnsanlar belki şeklini biçimlendiremiyordu ama kimlik ve kişilik ile biçimlendirilmiş soyut bir nesne sunuyorlardı birbirlerine. Bu da onun soyut nesnesi olacaktı. Çin gülünü tezyin etmiş hüzmeden oluşan bir melekti o.
Kahvaltıya indi. Artık Heralga'yı Heralga olarak değil adıyla anacağını söyledi. Sonradan da ekledi:
- Ve beni de Melek olarak çağır.
- Nereden esti?
Bunu anlatamayacağından korktu. Heralga'nın bunu zaten anlamış olmasını bekliyordu. Hem şaşırmıştı hem de hayal kırıklığına uğramıştı.
- Güzel bir isim değil mi?
- Elbette güzel... Benim annemin ismiydi.
- Rastlantıya bak...
- Şimdi...
Heralga derin bir nefes alıp kızı süzdü. Melek ismi onda çok şüpheli şeyler çağrıştırdı. Keçi sakalını sıvazlayarak bir süre masaya baktı. Her şeyi baştan anlatmalı mıydı? Her şey korkunç derecede kafa karıştırıcıydı ve bunun için erken olduğuna karar verdi. Ancak yine de bu kıza bir şeyleri kuş bakışı anlatmalıydı.
- Melek... Sana anlatacaklarım var. Senin varlığının bir anlamı var ve senin Ortaköy'de olman bu yüzden çok büyük bir tehlike. Hiç beklemediğin bir anda geldin ve hesaplarımda bu durum yoktu.
Xea başını salladı.
- Yani Melek... Her şey birbiriyle o kadar bağlantılı ki... Bunu anlarken yorulacağını düşünüyorum. Mesela şunu bilebilirsin... Biz Karagülcüyüz. Karagül bizim örgütümüzün adı. Biz Anarşistiz ve güneydekilerle beraber adayı biz yönetiyoruz. Bize düşman olan bazıları var, onların da kendilerince bir düzen anlayışları var ancak bu dini bir hiyerarşi.
Xea bakışlarını masanın süslü ayaklarına çevirdi. Başını salladı.
- Bu insanlar seni ele geçirmek istiyor. Ve Ortaköy'de, yani buralarda, casusları var. Seni yok edecekler. Başaramasalar bile seni zihnen yok etmek isteyecekler. Ben de seni korumalıyım.
Kızın gözleri iyice açıldı ve dudakları titredi.
- Gerçekten mi?
- Gerçekten. Seni saklamak için yeraltına götürmek istiyorum. Bir süre orada yaşayacaksın, ardından buraların güvenli olduğundan emin olunca Lefkoşa'da en güzel yeri tutacağım senin için.
Xea bunu kabul etti. Zaten neyi reddedebilirdi ki? Bir adam onu koruyacağını söylüyordu ve onun da inanmaktan başka bir çaresi yoktu. Ama yine de bu bilgece görünen sözlere karşın kendi merakını bastıramıyordu. Adamın gözlerine, ya da gözlerini kapatan kırmızı camlarına bakarak sordu:
- Çok anlamsız değil mi bütün bunlar?
- Nasıl anlamsız?
- Bana sadece bir rol biçiyorsun ve böyle olacağını belirtiyorsun. Neden? Beni neden koruyorsun. Senden şüphe etmiyorum, senden... Bağlantı istiyorum.
- Ne bağlantısı?
- Şey... Yani... Neden. Sonucu anlatıyorsun, ancak nedenin üstünü geçiyorsun. Beni... Beni neden koruyorsun? Tek bir cümle ile ikna olabilirim.
Heralga anlamını açıklamadan emir vermenin konforuna alışmış bir komutandı. Kimse Heralga'nın zihnindeki karmaşık bağlantıları sorgulayamazdı ve o da kendi kibar tavrıyla kendi aklındaki planı takır takır uygulattırırdı. Çok karışık ve dağınık bir düşünce tarzı vardı, ancak neticede mantıklı bir ürünler veriyordu. Xea'ya emirlerini sorguladığı için kızmamıştı, zira Xea bir asker değildi. Ancak istediği şey çok karmaşık bir makinenin sisteminin nasıl çalıştığını sorgulamak gibiydi. Evet anlatılabilir, ancak bunu anlatmak bile kendi içinde çaba gerektiriyordu.
- Bak kızım... Ben bir anarşistim. Gerçek ve katı bir anarşist. Karagül anarşisttir, her yerde bizim gibi Anarşist örgütler var bu devirde ancak kimse doğanın gerçek akışına teslim olamıyor. Ben, Karagül dahil bütün örgütleri ortadan kaldırıp insanlığı gerçekten özgürleştirmeyi hedefliyorum. Ama Karagül bu hedefe varmak için bir araç. Dünya'yı gizli de olsa yönetmeye çalışan pek çok taraf var, benim savaşım bunlara.
Xea başını kaldırıp sordu?
- Peki ya benim görevim ne?
- Dünyanın gerçek özgürlüğünün önündeki tek engel devasa bir bilgisayar sistemidir. Buna erişim sadece genetik bir şifreyle mümkündür ve sen bu sistemi yıkmak için var oldun. Kült, bu bilgisayar sistemi tarafından kontrol edilir. Yani insan efendilerimizi yok etmiş olsak ve bu dini hiyerarşi gibi tehditleri savuşturacak olsak da makine efendilerimizi de yok etmeliyiz.
- Sen... Bir kaos yaratacaksın.
- Evet. Yaşanması gerekli olan kaosu yaratmak istiyorum. Kaostan sonra insanoğlu, kendiliğinden gelişen kendi doğal düzenini inşa edecek. Ama bu efendiler dünyaya sürekli müdahale ederek insanoğlunu kendisine bağımlı hâle getiriyor.
Xea için pek çok şey artık daha anlaşılırdı. Yeraltına gitmeye tamamen razıydı.