Merdivenlerin zirvesi şehrin ikiye bölen pis kokulu kanala varıyordu. Bu pis kokulu, dar kanalın üstü kısmen açık olduğundan en azından gökyüzünü fark edebiliyordu. Koşar adımlarla adımlarının onu götürebileceği tek yere koşarak gitti. Nedenini bilmiyordu, sadece pisliğin içinden mümkün olduğunca kısa sürede kaçmak istedi. Fakat nefesi kesilince istemeden mecbur oldu. Nefeslenirken gözü pis suya yansıyan hilaldeydi. Kara aya gidiyor olmalıydı.
Pis kokudan biraz olsun kurtulabilmek adına duvardaki minicik deliklere botunun ucunu sokarak başını kanaldan yukarı çıkarttı. Kanalın ilerlediği yerde alçak katlı binaların bulunduğu şehir görünüyordu. Her yeri kırmızı ışıklarla parlıyordu, bu yüzden şehre kendi hayali hatıra defterinde "alev almış bir gül" diye not etti.
Daha fazla tırmanamayacağından geri inip o pis kanalda yürümeye devam etti. Henüz yeni doğduğu içindir belki, içinde bulunduğu gerçeklik algısına hiçbir türlü alışamamıştı. Değişen gerçeklik yerine her şeyin sabit bütünden ibaret olduğu bir algıda zihni canlanmıştı. Nesnelerin sınırını göremiyor olmak, üzerinde gerginlik yaratıyordu.
Karanlıkta yürüdükçe Karagül’e ait olduğunu bildiği semboller arttı. Semboller arttıkça da Karagül askerleri görünür oldu. Hepsinin ürkütücü simaları vardı. Eline aldığı güçle kibirlenmiş, acımasız, süse düşkün insanlardı. Onlardan ve onlar gibi olma ihtimalinden korktu.
Hiçbir şeyin görünmediği karanlığın içinde "Hey! Kız! Heralga'yı arıyorsun değil mi? Bu tarafa gel" diye bir fısıltı duydu. İlk defa birisi onunla iletişime geçmiş oldu böylece. Sesin geldiği yöne baktığı zaman yuvarlak, esmerce bir kadın yüzü gördü. Gözlerinde siborglara özgü pırıltıyı taşıyordu. Bu pırıltı gözün retinasına yansıyan arayüzlerin ışıltısıdır. Elleriyle Xea'yı dar tünele çekti.
- Senin kim olduğun hakkında hiçbir bilgim yok, Kıbrıslıya da benzemiyorsun ama Heralga seni istiyor. Sen nereden geldin? Bizden misin gerçekten?
- Ben mi? Seni ilgilendirir mi?
Kadın gürültüyle nefes aldı. Sorusuna soruyla karşılık verilmesinden hoşlanmamıştı. Tüneli aydınlatan beyaz ışığın altında yüzü korkunç görünüyordu. Hiçbir şey demeden Xea'nın kolundan sertçe çekerek koşar hızda tünelin öbür tarafından dışarı çıktı. Yeni vardıkları yerde üstü kapalı rengarenk ağaç tünelleri vardı. Geldikleri kanala nispeten güzel kokuyordu ve renkliydi. Estetik Xea'nın zihnini ele geçirmişti. Oradan oraya sürüklenirken bu renkliliğe karşı koyamıyordu.
- Biraz durabilir miyiz?
- Hayır... Önce senden kurtulmam lazım, sonra yapacak işlerim var.
- İsmin ne?
- Asya. Sadece Asya. Soyadım yok. Beni Mersin'de sahipsiz bir çocuk olarak bulmuşlar, sonra Karagülcüler büyütmüş beni. Mersin saldırısı olayında...
- Karagül'de asker misin?
- Sayılır. Psikoloji eğitimi aldım, sonra da işkenceciliğe verdiler beni.
- İşkencecilik mi?
- Çok insan Karagül'ün gerektiği zaman işkence ettiğini bilmeyecek kadar naiftir, sen de onlardan mısın? Kulağa kötü geliyor değil mi? Ama madem bizden olacaksın, bilmen iyi olur. Umarım tekrar görüşmeyiz.
- Niye?
Kadın durdu, derin nefes çekti, histerikçe kahkaha attı.
- Çok istiyorsan gel... Ama uyarayım seni, bende gördüklerini başka yerde göremezsin. Bazen insan kendinden korkuyor. Bildiğin en vahşi işkence nedir mesela? Filistin askısı mı? İnsanın gözbebeğine şırınga ile madde enjekte etmek midir? Dirikesim mi? Değil... Kesinlikle değil, bunlar olsa olsa barbarlık olur. Bizim işkencelerimizin fiziksel izi yoktur ama dersin ki keşke olsaydı. Neyse gelmişiz bile... Ne yaptığına dikkat et, düzgün birisine benziyorsun gerçi.
Zaten Xea ile vakit geçirmeye pek de hevesli olmayan bu kadın onu Heralga'nın evi olarak tanıttığı köşkün bırakıp gitti. Asya'nın söylediği hiçbir şeyi umursamamıştı, dikkati kolayca estetiğe kayıyordu. Şu an tek odağı önünde duran köşktü. Burası kentin ışıklarından izole olduğundan ay ışığı iyice netleşmişti ve bu köşk biraz ürkünç biraz da donukça gelmişti Xea'nın gözüne.
Kapı aralanınca Heralga denen adam yorgun sıfatlı suratını göstermişti. Nereden çıktığı belli olmayan aynalı gözlükleri, ince telli saçları, traşlanmış keçi sakalı... Gözlükleri, şakaklarındaki yuvalardan gözünün ortasına kadar gözlerini kapatıyordu. Geniş elmacık kemikleri, katmerli burnu, ince dudakları ile çivi gibi sivri yüzü vardı. Vücudu göze tamamen biçimsiz de diğer siborglardan biraz daha iriydi.
- Ne oldu?
Kalın, tok bir sesle sorulmuştu bu soru. Ne diyeceğini bilemedi, kekeledi.
- Heralga sen...
Sen diliyle hitap etmenin doğru olmayacağına o an kanaat etti fakat cümleyi bin beter tamamladı.
- Misiniz?
- Benim.
- Şey... Ben... Neydi adım...
- ...
- Hah... Xea.
- Xea mı?
- Evet, laboratuvardan geliyorum da... Ondan öncesi çok karışık.
- Biliyorum. Gel içeri.
Adam mutfağa gidince Xea da camın kenarındaki divana oturup evin içini süzdü. Heralga'nın gösterişli antika merakını herkes bilir, hafif de alaya alırdı. İnce ince örülmüş tavan süslemeleri, oryantal halılar, varaklı mobilyalar... Ve devasa tablolar... Kimine görgüsüzce gelen bu tarzı Heralga kendi kişiliğinin parçası sayıyordu.
- Yapay zekâ seni beklediğimden bir ay önce uyandırmış, neden acaba?
- Erken uyanırsam ne olur ki?
- Yani... Önemli değil, zaten iki yıldır yeterince gelişmişsin. Sadece daha genç doğmuş oldun.
- Bir ay daha dayanamazdım sanırım.
- Nasıl yani?
- Yani... Dayanırdım tabii. Ancak şu an orada olmak fikri... Bana çok ürkütücü geliyor. Orası bambaşka çünkü... Gerçekten...
- Sorun değil. Kendini yorgun hissediyor olmalısın. Dinlenmek ister misin? Burası evin olacak, sana çok önceden bir oda ayırtmıştım bile.
Xea başını cama çevirdi, şehri inceliyordu. Her yeri parlak kırmızı renkler almıştı, ilgisini çekti.
- Mersin saldırısı olayı nedir?
- Efendim?
- Asya diye biri kadın karşıladı beni, kanallarda yürürken. Mersin saldırısı diye bir şeyden bahsediyordu.
Heralga keçi sakalını sıvazladı. Her düşündüğünde sakalıyla oynardı. Konuşmaya başlamadan önce de dudaklarını ısırırdı. Bunlar Heralga'nın bilinen mimikleriydi, artık alaya alınır olmuştu.
- Evet, şu talihsiz olay. Mavi Türkiye filolarından birisi bize nedensizce saldırmıştı, bunun karşılığında iki gece boyunca Mavi Türkiye ile Karagül savaşmıştı. Mersin ve Alanya'yı bombardımana tutunca Türk tarafı teslim oldu. Asya da yetim kalmıştı. Harabelerin arasında bizzat ben görüp kendisini sahiplenmiştim.
Xea alakalı olan bilgileri zihninin derinliklerinden çıkartıp hatırladı. Mersin saldırısı, Mavi Türkiye'den bir gök kruvazörünün Karagül'e ait gemiyi batırmasıyla tetiklenmişti. Karagül iki vilayeti arka arkaya bombalamış, hatta son saatlerinde çıkartma harekatına girmişti. Bu yaklaşık yirmi sene önce yaşanmıştı. Olayın arka planında Türkiye'deki "kovan zihin" yapısındaki bozukluk vardı. Planlanmamıştı. Türkiye'de iki yüz sene önce insanlara yerleştirilen beyin çipleriyle kendince "kovan zihin" inşa edilmişti. Bu kovan zihin daha sonraları "Mavi Devrim"i getirmişti. Mavi Devrim, Rusya'dan çıkan Mavi Komünizm hareketinin Türkiye'deki yansımasıydı. Cemiyet adındaki askeri grup, kovan zihin yapısını kaldırmak için yapay zekayı durdurmayı denerken "Grendel" denen yapay zeka Karagül gemisini batırarak dikkat dağıtmıştı.
Xea bütün bunları hatırlarken saniyenin çeyreği kadar sürede tepkisizleşmişti. Zihninde ilişkili bağlantılar canlanırken dış dünyadan soyutlanmış, sadece kafasının içindeki bilgilere odaklanmıştı. Bunun nasıl gerçekleştiğini bilmiyordu. İstediği müddet o durumda kalabileceğini, o duruma tıpkı elini kaldırır gibi istediği an geri dönebileceğini ve kendisini ne kadar uzun gelirse gelsin aslında çok kısa sürede çıkabileceğini de biliyordu. Ne olmuştu? Zihni o an bilgilerle, işlemlerle dolup taşmıştı. Her türlü şeyi o an idrak edebileceğini, bilebileceğini, en karmaşık şeyleri saniyesinde çözebileceğine inanıyordu.
Ama sonsuza kadar bunu yapamazdı. Bu hal onu kısa sürede hem yormuş hem de acıktırmıştı. Açlık katlanılmaz değildi, fakat kesinlikle uyuması gerekiyordu. Gözünü zar zor açacak kadar yorgun hissediyordu.